21 Kasım 2011 Pazartesi

Olanlar Oldu!


Guguk Kuşu
Evet sanırım sonunda olanlar oldu.
-Yarı yıldan fazladır, bir minik ce-e yapıp görünen ve ardından hemencecik kayboluveren kocam,
-Rutin uykusuzluğunun üstüne, üç tam gün süren net uykusuzlukla zirve yapan küçük çocuğum,
-Sabah 9 akşam 5 okulda vakit geçiren, geldiğinde yemek, astım ilaçları, televizyon üçgeninde neredeyse hiçbirşey yapmadan öylece uykuya çekilen, üstelik de deli saçması bir anne ile yaptığı en çocukça, en basit harekette bile terslenen ve ‘iyi de bunca terslenecek ne yaptım ben?’ dercesine çaresiz bakışlarla ciğerimi delen, vicdanımı yerle bir eden büyük çocuğum,
-Yalın, naif, arzuyla beklediğim değil, bayağı ve kaba yalnızlığım, yardımdan uzak insansızlığım,
-Şikayetlendiğim rutinimi bile hasretle aradığım ve ahu vah ettiğim zamanların içinde geçen hezeyanlarım,
-Okula yırtık çantayla, ütüsüz tişörtle, eksik ödevle, uzamış tırnakla gönderdiğim büyük çocuğumdan dolayı kendimden duyduğum büyük utancım,
-Kızacak insana muhtaçlığım, etrafımı bu yolla aç kurtlar gibi kolaçan etmelerim ancak fiyasko ile neticelenmesi bu hevesimin. En anormal mazeretleri bile makul karşılıyor olmaktan, empatinin de suyunu çıkarmaktan ve kendimi sorgulamaktan dolayı ancak, kendime kızmalarım,
-Babasız çocuk yetiştirenler benden bin beter, onlar nasıl dayanıyorsa, dayanabilirim ben de, diyen ancak ‘birarada olabilecekken, ne gerek var bu eziyete?’ demeyi aklına getiremeyen budala zihniyetim,
-Ne zaman doygunluğa ulaşacağı belli olmayan dayanma noktam ve birçok kez aştığımı sandığım halde, gıkımın çıkmasına dahi engel olan, bıktıran çilekeş genlerim,
-Sığışmak için binbir takla attığım bu küçük evde kıvranmalarım; alt alta üst üste yığılmış, oraya buraya rastgele serpiştirilmiş giysiler, kitaplar, tencereler, öteberilerle girdiğim çetin savaşım ve genelde hezimete uğratılışım,
-Evin satılığa çıkarılmasının getirdiği belirsizlik, evin içinde yaşarken evi görmeye gelenlerin verdiği garip his,
-Evin günler boyu pislik içinde kalması; çocukların ellerine dolanan tüylerle, kir topaklarıyla bana gelmesi iğrentiyle, uçuşan ve bardaklara, tabaklara giren tozlar, kirleri içinde kalakalan camlar ve yetmezmiş gibi pervazları, camları dışkısıyla boydan boya dolduran ve bu yüzden bilendiğim kuşlar, giderek üçüncü kata çıkan yığılmış bulaşıklar, kapıda, balkonda, kirli sepetinde, makinada yığınla çamaşırlar,
-Hem eşyadan azade olmayı isterken, hem ‘benim de güzel evim olsun!’ arzusunu duymaktan duyduğum can sıkıcı utanç, çelişkimden dolayı kendimi hırpalamam,
-Ve esasında derisi yırtılmış, lekelenmiş koltukların ve daha birçok arızanın beni rahatsız etmediği gerçeği, ‘Çok da mühim değil bunlar!’ derken asıl duyduğum hissin arzu değil, korku olduğunu farketmem. Yani evime biri gelecek, bu nasıl kadın, diye beni yerecek diye duyduğum korku ve buna bağlı olarak içimdeki riyakarlık,
-Sesimin keşke hiç bilmeseydim, dediğim cırtlak, hayvan boğazlarmışçasına çirkin, üst tonlarına şahit olmam ve bunun da gariban çocuklarıma doğru olması,
-Daha iyi bir anne olmalıyım, telkinlerini yapan ben değilmişim gibi, kararımın hemen ardından, tam aksi yönünde giderek, daha da bayağılaşmaya tanık olmam,
-Çocuklarımı daha çok hazır mama ve hazır gıdayla besliyor olmam, hadi bunu geçeyim, asıl ruhlarını doyurmalıyım dediğim halde bundan çok uzakta olmam ve ancak günü kurtarıyor olmanın verdiği yoğun sıkıntı,
-Ayaklarıma dolanan, devamlı istekte bulunan çocuklarıma kızarken daha, sağlıklı bir tek çocuk sahibi bile olmanın dünyanın en büyük nimeti olduğunu farketmem ancak bu farkındalığın dahi çıldırmama, kabalaşmama engel olmaması,
-Gene yurt dışına yerleşme ihtimali ve daha beteri; belirsizliği ile ‘ne kalıyorum, ne de gidiyorum!’ diyememenin getirdiği gergin boşvermişlik, ya gidersem diyerek ötelenen istekler, ertelenen elzem öteberiler,
-Koyverdiğim diyetimin elimi attığım, gözümü değdirdiğim herşeyde varlığını hissettirmesi ve buna rağmen bu sesin mideme yenik düşmesinin getirdiği vicdani his,
-Artık kendime zaman ayırma fikrinin bile zihnimde yer almamasından, bir an zihnimi yoklasa dahi bu düşünceden vebalı görmüş gibi kaçmam,
-Ertelenen sağlık problemleri; iki kez ameliyat geçirdiğim ve bir süredir iyi işaretler almadığım kulaklarım, psikolojik de olsa görünsem iyi olur dediğim vücudumu saran egzamalarım, ergenliğe yeni girmişim gibi pörtleyen sivilcelerim, denge kaybım, iki ay sonra mutlaka gelin diyen böbrek doktoruma bir yıldan fazladır uğramamış olmam ve denge kaybı, göz kararması vs. şikayetlerimi buna bağlayarak korkmam,
-İki ayı aşkındır evde devri daim yapan hastalıklar sebebiyle, Kerim’e yapılamayan 18.ay aşısının verdiği sıkıntıdan, bunu da ihmalkarlığıma bağlamam ve gene kendimi sorgulamam,
-En kötüsü medet verene gitmekten ziyade, bu döngünün içinde aptalca kıvranmam ve gerekli merciye gitmeyi unutuyor olmam,
-Kulak tıkayamadığım çevresel faktörler; içimizdeki derin yara; Van, soğuk, çetin kış şartlarında ölen, hastalanan, yanan (ah, bu kelimeyi yazmak dahi ne zor!) masum çocuklar, çaresiz analar, babalar ve yetememezlik,
-Buna mukabil, sıcak evimde çocuklarımla oturabiliyorken hala mırın kırın ediyor olmaktan duyduğum azap ve şükürsüzlüğümden gelen mahçubiyet,
-Yaşadığım sıkıntılı anlarda, ‘Nankörlük etme, Van’dakileri düşün!’ derken, neden herşeyde, o acılı insanları örnek gösterip kendimi rahatlatmaya çalışıyorum deyip, bir kez daha o insanlar adına utanmam,
-Sırça köşklerimizde oturup, yoğun acılar karşısında iki riyakar satır yazıp ardından, özenti ve eğreti Amerikanvari, Avrupai (!) hayatlarımıza dönmemizin verdiği iğrenti,
-Allayıp pulladığımız ama birini ağırlamaktan ölesiye kaçındığımız yanısıra başkasına göstermeyince de rahat edemediğimiz ve boy boy fotoğraflamaktan utanmadığımız evlerimizle, eşyalarımızla, hayatımızla kurduğumuz tiksinç bağ,
-Kimseleri davet edemediğimiz ancak herkes görsün istediğimiz; evimizi, giysilerimizi, hayatımızı telefon yoluyla görgüsüzce sergilemenin getirdiği iğrentiden, lanet olası bir kırlenti bile bir şehit haberinin ardından görüntüleme densizliğimiz, edepsizliğimiz ve üstelik hala herkesi eleştirebilme cüretimiz, kısaca kendimizden bihaberliğimiz,
-Eskiden tastamam görgüsüzlük sayılan nice şeyin şimdi en güngörmüş sandığımız insanlarda bile rahatça sergileniyor olmasının ve bu hayasızlığın dalga dalga yayılmasıyla normal karşılanmasının verdiği utanç,
-Koca bir deryada bir damla bile olmayan minyatür hayatlarımızı baz alıp, dünyayı okuduğumuzu sanma cüretini göstermemiz, ahkam üstüne ahkam kesmelerimiz ve aslında pür cehaletimiz, ahmaklığımız,
Birikti, birikti, üst üste eklendi ve beni tümden delirtmeye yetti. Zaten bu işe başlarken ablam demişti ki; başka isim mi bulamadın kendine, kırk kere deli dersen birine delirir diye, kendine deli demeseydin keşke. Müjdeler olsun delirdim işte!
Guguk Kuşu vardır ya hani, Jack Nicholson’ın efsane filmi. Şaka ile başlayan ve kaka olan delirmesi hani. O misal delirdim şimdi.
Kontrol kalmadı, şuur kalmadı. Geçen gün Gözdem‘le muhabbet ederken aramızda şu diyalog geçti;
Gözde: Kursa gitmek istiyorum, yıllardır öğrenmeyi istediğim şeyler var. Mesela şu… Gelsene, gidelim beraber. Yok mu senin de istediğin şeyler?
Ben: Fotoğraf kursu olabilir. Ama ben öğrenmek istemiyorum. Yani öğretilsin istemiyorum. Bilmek istiyorum sadece!
Gözde: Beyaz’ın Piskopat tiplemesi gibi oldun sen de.
Ben: Bilmek istiyorum ama öğrenmek istemiyorum işte:)
Evet tam da bu! Matrix filmindeki gibi olsa keşke. Desem ki mesela; Trinity fotoğrafçılığın tüm tekniklerini bilmek istiyorum. Trinity anında yüklese bilgileri. Ben de hiç ama hiç vakit kaybetmeden öğrenmiş olsam. Ya da ilham edilse bir gecede. Okumak istediğim kitaplar leb-i derya. Ömür yetmez okumaya mesela. Onlar da bir gecede okunmuş olsa keşke. Ya da filmler, aynı şekilde bir gece uyusam ve uyandığımda 2000 tane filmi izlemiş olsam.
Bu daha en masumu delirme alametlerimin. Bir de İlter’le geçen diyaloglarımız var ki, sanırım İlter anladı ki; o her seferinde gittiğinde ben bir parça daha deliriyor ve değişiyorum. Hasılı, şu şarkısı gibi İlhan İrem’in: Olanlar olmuş.

Hiç yorum yok: