Evet sanırım sonunda olanlar oldu.
-Yarı yıldan fazladır, bir minik ce-e yapıp görünen ve ardından hemencecik kayboluveren kocam,
-Rutin uykusuzluğunun üstüne, üç tam gün süren net uykusuzlukla zirve yapan küçük çocuğum,
-Sabah 9 akşam 5 okulda vakit geçiren,
geldiğinde yemek, astım ilaçları, televizyon üçgeninde neredeyse
hiçbirşey yapmadan öylece uykuya çekilen, üstelik de deli saçması bir
anne ile yaptığı en çocukça, en basit harekette bile terslenen ve ‘iyi
de bunca terslenecek ne yaptım ben?’ dercesine çaresiz bakışlarla
ciğerimi delen, vicdanımı yerle bir eden büyük çocuğum,
-Yalın, naif, arzuyla beklediğim değil, bayağı ve kaba yalnızlığım, yardımdan uzak insansızlığım,
-Şikayetlendiğim rutinimi bile hasretle aradığım ve ahu vah ettiğim zamanların içinde geçen hezeyanlarım,
-Okula yırtık çantayla, ütüsüz tişörtle,
eksik ödevle, uzamış tırnakla gönderdiğim büyük çocuğumdan dolayı
kendimden duyduğum büyük utancım,
-Kızacak insana muhtaçlığım,
etrafımı bu yolla aç kurtlar gibi kolaçan etmelerim ancak fiyasko ile
neticelenmesi bu hevesimin. En anormal mazeretleri bile makul karşılıyor
olmaktan, empatinin de suyunu çıkarmaktan ve kendimi sorgulamaktan
dolayı ancak, kendime kızmalarım,
-Babasız çocuk yetiştirenler benden bin beter, onlar nasıl
dayanıyorsa, dayanabilirim ben de, diyen ancak ‘birarada olabilecekken,
ne gerek var bu eziyete?’ demeyi aklına getiremeyen budala zihniyetim,-Ne zaman doygunluğa ulaşacağı belli olmayan dayanma noktam ve birçok kez aştığımı sandığım halde, gıkımın çıkmasına dahi engel olan, bıktıran çilekeş genlerim,
-Sığışmak için binbir takla attığım bu
küçük evde kıvranmalarım; alt alta üst üste yığılmış, oraya buraya
rastgele serpiştirilmiş giysiler, kitaplar, tencereler, öteberilerle
girdiğim çetin savaşım ve genelde hezimete uğratılışım,
-Evin satılığa çıkarılmasının getirdiği belirsizlik, evin içinde yaşarken evi görmeye gelenlerin verdiği garip his,
-Evin günler boyu pislik içinde kalması;
çocukların ellerine dolanan tüylerle, kir topaklarıyla bana gelmesi
iğrentiyle, uçuşan ve bardaklara, tabaklara giren tozlar, kirleri içinde
kalakalan camlar ve yetmezmiş gibi pervazları, camları dışkısıyla
boydan boya dolduran ve bu yüzden bilendiğim kuşlar, giderek üçüncü kata
çıkan yığılmış bulaşıklar, kapıda, balkonda, kirli sepetinde, makinada
yığınla çamaşırlar,
-Hem eşyadan azade olmayı isterken, hem
‘benim de güzel evim olsun!’ arzusunu duymaktan duyduğum can sıkıcı
utanç, çelişkimden dolayı kendimi hırpalamam,
-Ve esasında derisi yırtılmış, lekelenmiş koltukların ve daha birçok arızanın beni rahatsız etmediği gerçeği, ‘Çok da mühim değil bunlar!’
derken asıl duyduğum hissin arzu değil, korku olduğunu farketmem. Yani
evime biri gelecek, bu nasıl kadın, diye beni yerecek diye duyduğum
korku ve buna bağlı olarak içimdeki riyakarlık,
-Sesimin keşke hiç bilmeseydim, dediğim
cırtlak, hayvan boğazlarmışçasına çirkin, üst tonlarına şahit olmam ve
bunun da gariban çocuklarıma doğru olması,
-Daha iyi bir anne olmalıyım,
telkinlerini yapan ben değilmişim gibi, kararımın hemen ardından, tam
aksi yönünde giderek, daha da bayağılaşmaya tanık olmam,
-Çocuklarımı daha çok hazır mama ve hazır gıdayla besliyor olmam, hadi bunu geçeyim, asıl ruhlarını doyurmalıyım dediğim halde bundan çok uzakta olmam ve ancak günü kurtarıyor olmanın verdiği yoğun sıkıntı,
-Ayaklarıma dolanan, devamlı istekte bulunan çocuklarıma kızarken daha, sağlıklı bir tek çocuk sahibi bile olmanın dünyanın en büyük nimeti olduğunu farketmem ancak bu farkındalığın dahi çıldırmama, kabalaşmama engel olmaması,
-Gene yurt dışına yerleşme ihtimali ve
daha beteri; belirsizliği ile ‘ne kalıyorum, ne de gidiyorum!’
diyememenin getirdiği gergin boşvermişlik, ya gidersem diyerek ötelenen
istekler, ertelenen elzem öteberiler,
-Koyverdiğim diyetimin elimi attığım,
gözümü değdirdiğim herşeyde varlığını hissettirmesi ve buna rağmen bu
sesin mideme yenik düşmesinin getirdiği vicdani his,
-Artık kendime zaman ayırma fikrinin
bile zihnimde yer almamasından, bir an zihnimi yoklasa dahi bu
düşünceden vebalı görmüş gibi kaçmam,
-Ertelenen sağlık problemleri; iki kez
ameliyat geçirdiğim ve bir süredir iyi işaretler almadığım kulaklarım,
psikolojik de olsa görünsem iyi olur dediğim vücudumu saran egzamalarım,
ergenliğe yeni girmişim gibi pörtleyen sivilcelerim, denge kaybım, iki
ay sonra mutlaka gelin diyen böbrek doktoruma bir yıldan fazladır
uğramamış olmam ve denge kaybı, göz kararması vs. şikayetlerimi buna
bağlayarak korkmam,
-İki ayı aşkındır evde devri daim yapan
hastalıklar sebebiyle, Kerim’e yapılamayan 18.ay aşısının verdiği
sıkıntıdan, bunu da ihmalkarlığıma bağlamam ve gene kendimi sorgulamam,
-En kötüsü medet verene gitmekten ziyade, bu döngünün içinde aptalca kıvranmam ve gerekli merciye gitmeyi unutuyor olmam,
-Kulak tıkayamadığım çevresel faktörler;
içimizdeki derin yara; Van, soğuk, çetin kış şartlarında ölen,
hastalanan, yanan (ah, bu kelimeyi yazmak dahi ne zor!) masum çocuklar,
çaresiz analar, babalar ve yetememezlik,
-Buna mukabil, sıcak evimde çocuklarımla oturabiliyorken hala mırın kırın ediyor olmaktan duyduğum azap ve şükürsüzlüğümden gelen mahçubiyet,
-Yaşadığım sıkıntılı anlarda, ‘Nankörlük
etme, Van’dakileri düşün!’ derken, neden herşeyde, o acılı insanları
örnek gösterip kendimi rahatlatmaya çalışıyorum deyip, bir kez daha o insanlar adına utanmam,
-Sırça
köşklerimizde oturup, yoğun acılar karşısında iki riyakar satır yazıp
ardından, özenti ve eğreti Amerikanvari, Avrupai (!) hayatlarımıza
dönmemizin verdiği iğrenti,
-Allayıp pulladığımız ama birini
ağırlamaktan ölesiye kaçındığımız yanısıra başkasına göstermeyince de
rahat edemediğimiz ve boy boy fotoğraflamaktan utanmadığımız
evlerimizle, eşyalarımızla, hayatımızla kurduğumuz tiksinç bağ,
-Kimseleri davet edemediğimiz ancak
herkes görsün istediğimiz; evimizi, giysilerimizi, hayatımızı telefon
yoluyla görgüsüzce sergilemenin getirdiği iğrentiden, lanet olası bir
kırlenti bile bir şehit haberinin ardından görüntüleme densizliğimiz,
edepsizliğimiz ve üstelik hala herkesi eleştirebilme cüretimiz, kısaca
kendimizden bihaberliğimiz,
-Eskiden tastamam görgüsüzlük sayılan
nice şeyin şimdi en güngörmüş sandığımız insanlarda bile rahatça
sergileniyor olmasının ve bu hayasızlığın dalga dalga yayılmasıyla
normal karşılanmasının verdiği utanç,
-Koca bir
deryada bir damla bile olmayan minyatür hayatlarımızı baz alıp, dünyayı
okuduğumuzu sanma cüretini göstermemiz, ahkam üstüne ahkam kesmelerimiz
ve aslında pür cehaletimiz, ahmaklığımız,
Birikti, birikti, üst üste eklendi ve
beni tümden delirtmeye yetti. Zaten bu işe başlarken ablam demişti ki;
başka isim mi bulamadın kendine, kırk kere deli dersen birine delirir
diye, kendine deli demeseydin keşke. Müjdeler olsun delirdim işte!
Guguk Kuşu vardır ya hani, Jack
Nicholson’ın efsane filmi. Şaka ile başlayan ve kaka olan delirmesi
hani. O misal delirdim şimdi.
Kontrol kalmadı, şuur kalmadı. Geçen gün Gözdem‘le muhabbet ederken aramızda şu diyalog geçti;
Gözde: Kursa gitmek istiyorum, yıllardır
öğrenmeyi istediğim şeyler var. Mesela şu… Gelsene, gidelim beraber.
Yok mu senin de istediğin şeyler?
Ben: Fotoğraf kursu olabilir. Ama ben öğrenmek istemiyorum. Yani öğretilsin istemiyorum. Bilmek istiyorum sadece!
Gözde: Beyaz’ın Piskopat tiplemesi gibi oldun sen de.
Ben: Bilmek istiyorum ama öğrenmek istemiyorum işte:)
Evet tam da bu! Matrix filmindeki gibi
olsa keşke. Desem ki mesela; Trinity fotoğrafçılığın tüm tekniklerini
bilmek istiyorum. Trinity anında yüklese bilgileri. Ben de hiç ama hiç
vakit kaybetmeden öğrenmiş olsam. Ya da ilham edilse bir gecede. Okumak
istediğim kitaplar leb-i derya. Ömür yetmez okumaya mesela. Onlar da
bir gecede okunmuş olsa keşke. Ya da filmler, aynı şekilde bir gece
uyusam ve uyandığımda 2000 tane filmi izlemiş olsam.
Bu daha en masumu delirme alametlerimin.
Bir de İlter’le geçen diyaloglarımız var ki, sanırım İlter anladı ki; o
her seferinde gittiğinde ben bir parça daha deliriyor ve değişiyorum.
Hasılı, şu şarkısı gibi İlhan İrem’in: Olanlar olmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder