Size de olur mu
bilmem, bana nadiren olur; bazen özel bir müzik parçası kulağıma çalınır
ve o an bende bir başkalaşım olur. Sanki dünyadan azade olurum,
etrafımdaki herşey, çocuklarım dahil, halelenir ve sanki öyle bir an
gelir ki, ben de halelenerek kendimi bu halin çekiminde kaybederim.
Sanki bir döngü oluşur, etrafımdaki herşey, merkezinde ben, o döngünün
dönme hızıyla birbirine karışır ve bir müddet sonra da o karışım tek
olur, bütün olur. Öyle ki, rengarenk dünya tek bir çizgi, tek bir renk
gibi olur. Müzik devam eder ve o döngü beni hızıyla yükseltir giderek.
Ama benim cismim değildir sözkonusu olan başkaca birşeydir. Ben Ruhumun Kanatlanması
diyorum bu hale. Ve bu haldeyken kesinlikle olduğum yerde değilimdir.
Hatta bu haldeyken cismani bir mekandan bahsetmek dahi mümkün değildir.
Yükselirim alçalırım, sanki sadece kanattan ibaret havalanırım, bilmem
ki ayda mıyım, yoksa dünyada mıyım, tek bildiğim böylesi anlara
sevdalıyım. Derken müzik biter ve ben hızlı çekimde, geriye sarar gibi
olduğum yere geri konulurum. Dünya kaldığı yerden devrine devam eder.
İnsanlar akar, hayat yeniden başlar. Güzeldir, çok güzeldir böylesi
anlar.
Daha çok yalın ney sesi, kemanın,
piyanonun, yahut çellonun ağırlıkla eşlik ettiği parçalar silsilesi
etkiler bu denli beni. Misalen; Yansımalar, Shigero Umebayashi, bazen Rachmaninoff, bazen Chopin, çoklukla Yann Tiersen ve Elgar
uçurabilir ruhumu tam dediğim gibi. Hele ki ilk dinleyişte, Ruhumun
Kanatlanması’na renkler, pırıltılar eşlik eder ki muazzam bir şölen
olur.
Kalabalık müziklerde pek olmam böyle.
Onlar daha çok deşarj olma yöntemlerimdir. Ne zaman içimde patlamaya
hazır volkanlar hissetsem, ne zaman hiddetlensem ve olduğum yerde
tepinsem, ne zaman içimdeki karanlık gölgenin bedenimi kapladığını
hissetsem ve bu duruma öylece seyirci isem; Dreamtheater dinlerim
mesela. Pull me Under, harika gider bu duruma. Therion ya da. Operayla karışık Gotik Rock, çok yakışır içimdeki karanlığa ve yangına. To Mega Therion,
çaldıkça ve müzik kızıştıkça hepten tutuşur içimdeki volkanın alevleri.
Kızgın ve hiddetli ama pek de kudreti olmayan ergenler gibi
hissettiğimde bu türe bulaşıyorum besbelli. Bazen de Phantom of The Opera, ki, parça yükseldikçe, çığlıklar ortalığı inim inim inlettikçe, bu berbat sesimle eşlik ederek, açılırım ben de.
Bir de evim temizse, eşyalar gibi, kendi
içimin parçaları da yerli yerindeyse, maddi ve manevi görevler yerine
getirilmişse hasılı dünyamın yap-bozu bütünüyle tamamlanmış ve ruhumla
cismim harikulade bir uyum içindeyse, bir yumuşama çöker üstüme. Böylesi
zamanlarda mütevazi halime uygun düşer müziğim. Böylesi zamanlarda
herşeyi dinleyebilirim ama gene de gönlümün vazgeçilmezlerini,
kıymetlilerimi tercih ederim. Bob Dylan, Cem Karaca, Sema Moritz, Barış Manço, Janis Joplin…
Hasılı, herkes için geçerli midir bilmem
ama benim için, ruhumun haleti ruhiyesine göre değişkenlik gösterir
müzik tercihim. An be an, gün be gün değişir seçtiğim müziğim, hatta
bazen günde üç kez değiştiği de olmuştur. Ancak bir tür müzik var ki, ne
durumda olursam olayım dinleyebilirim; Akustik Müzik. Benim anladığım
biçimiyle daha çok Unplugged olanları çok severim ve her zaman, her
yerde dinleyebilirim. İnsan sesinin kulağa çok yaklaştığı, nefes
alışların bile çok net duyulduğu, ki çok severim, müzik aletleri
arasında boğulan bir sesin değil, aksine çoğunlukla salt akustik gitarla
gayet önde duran sesi dinlemeyi tercih ederim. Hatta öyle ki,
şarkıların orjinal versiyonundan, stüdyo kayıtlarından çok akustik
versiyonlarını severim.
İşte bu Ayın Blogu da tam da benim bu tutkuma hitap ediyor; Akustik Versiyon. Müzik sözkonusu olunca konuşmaya hacet yok, gidelim dinleyelim.
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder