18 Kasım 2011 Cuma

Ayın Blogu: Akustik Versiyon



Size de olur mu bilmem, bana nadiren olur; bazen özel bir müzik parçası kulağıma çalınır ve o an bende bir başkalaşım olur. Sanki dünyadan azade olurum, etrafımdaki herşey, çocuklarım dahil, halelenir ve sanki öyle bir an gelir ki, ben de halelenerek kendimi bu halin çekiminde kaybederim. Sanki bir döngü oluşur, etrafımdaki herşey, merkezinde ben, o döngünün dönme hızıyla birbirine karışır ve bir müddet sonra da o karışım tek olur, bütün olur. Öyle ki, rengarenk dünya tek bir çizgi, tek bir renk gibi olur. Müzik devam eder ve o döngü beni hızıyla yükseltir giderek. Ama benim cismim değildir sözkonusu olan başkaca birşeydir. Ben Ruhumun Kanatlanması diyorum bu hale. Ve bu haldeyken kesinlikle olduğum yerde değilimdir. Hatta bu haldeyken cismani bir mekandan bahsetmek dahi mümkün değildir. Yükselirim alçalırım, sanki sadece kanattan ibaret havalanırım, bilmem ki ayda mıyım, yoksa dünyada mıyım, tek bildiğim böylesi anlara sevdalıyım. Derken müzik biter ve ben hızlı çekimde, geriye sarar gibi olduğum yere geri konulurum. Dünya kaldığı yerden devrine devam eder. İnsanlar akar, hayat yeniden başlar. Güzeldir, çok güzeldir böylesi anlar.
Daha çok yalın ney sesi, kemanın, piyanonun, yahut çellonun  ağırlıkla eşlik ettiği parçalar silsilesi etkiler bu denli beni. Misalen; Yansımalar, Shigero Umebayashi, bazen Rachmaninoff, bazen Chopin, çoklukla Yann Tiersen ve Elgar uçurabilir ruhumu tam dediğim gibi. Hele ki ilk dinleyişte, Ruhumun Kanatlanması’na renkler, pırıltılar eşlik eder ki muazzam bir şölen olur.
Kalabalık müziklerde pek olmam böyle. Onlar daha çok deşarj olma yöntemlerimdir. Ne zaman içimde patlamaya hazır volkanlar hissetsem, ne zaman hiddetlensem ve olduğum yerde tepinsem, ne zaman içimdeki karanlık gölgenin bedenimi kapladığını hissetsem ve bu duruma öylece seyirci isem; Dreamtheater dinlerim mesela. Pull me Under, harika gider bu duruma. Therion ya da. Operayla karışık Gotik Rock, çok yakışır içimdeki karanlığa ve yangına. To Mega Therion, çaldıkça ve müzik kızıştıkça hepten tutuşur içimdeki volkanın alevleri. Kızgın ve hiddetli ama pek de kudreti olmayan ergenler gibi hissettiğimde bu türe bulaşıyorum besbelli. Bazen de Phantom of The Opera, ki, parça yükseldikçe, çığlıklar ortalığı inim inim inlettikçe, bu berbat sesimle eşlik ederek, açılırım ben de.
Street music
Bir de evim temizse, eşyalar gibi, kendi içimin parçaları da yerli yerindeyse, maddi ve manevi görevler yerine getirilmişse hasılı dünyamın yap-bozu bütünüyle tamamlanmış ve ruhumla cismim harikulade bir uyum içindeyse, bir yumuşama çöker üstüme. Böylesi zamanlarda mütevazi halime uygun düşer müziğim. Böylesi zamanlarda herşeyi dinleyebilirim ama gene de gönlümün vazgeçilmezlerini, kıymetlilerimi tercih ederim. Bob Dylan, Cem Karaca, Sema Moritz, Barış Manço, Janis Joplin
Hasılı, herkes için geçerli midir bilmem ama benim için, ruhumun haleti ruhiyesine göre değişkenlik gösterir müzik tercihim. An be an, gün be gün değişir seçtiğim müziğim, hatta bazen günde üç kez değiştiği de olmuştur. Ancak bir tür müzik var ki, ne durumda olursam olayım dinleyebilirim; Akustik Müzik. Benim anladığım biçimiyle daha çok Unplugged olanları çok severim ve her zaman, her yerde dinleyebilirim. İnsan sesinin kulağa çok yaklaştığı, nefes alışların bile çok net duyulduğu, ki çok severim, müzik aletleri arasında boğulan bir sesin değil, aksine çoğunlukla salt akustik gitarla gayet önde duran sesi dinlemeyi tercih ederim. Hatta öyle ki, şarkıların orjinal versiyonundan, stüdyo kayıtlarından çok akustik versiyonlarını severim.
İşte bu Ayın Blogu da tam da benim bu tutkuma hitap ediyor; Akustik Versiyon. Müzik sözkonusu olunca konuşmaya hacet yok, gidelim dinleyelim.
Bunlar da ilginizi çekebilir:

Hiç yorum yok: