Evimin bir tarafı tepelerle ve yemyeşil çayırlarla kaplı. Gündoğumları, günbatımları yakalıyorum çayırlarda. Güneş varsa kusursuz bir manzara ve an çıkıyor ortaya. Hele Baharda! Çocukları okula bırakıyorum, içinden geçtiğim büyük bir park, ferah yollar var. Kışın son iki ayında çok bunaldığım zamanlardı ve ben hep bu anları bekliyordum. Ne zaman bunalsam; bak bahar gelecek, bu ağaçlar hep yeşillenecek, çiçekler açacak, Yabankirazı ağaçları dolu etraf, kiraz çiçekleri açacak, çok güzel olacak, diyerek kendimi teskin ettiğim o anların içine doğru yürüyorum. Ama her baharda yakaladığım o yüksek yaşama sevincini, neredeyse aklımı oynatacak denli coşkuyu bulamıyorum.
Ülkemden fersah fersah uzaktayım ama ülkemin yangını yüreğimde alev alev yanıyor, ne yapsam dindiremiyorum. Cennet gibi olmuş dünya, İskoçya ama ben nefes alamıyorum. Cenneti hissettiğim ansa, yollarda bile gözlerimin ıslanmasına engel olamıyorum.
Haftasonu arada bir gidebildiğim İngilizce dersine gidiyordum. Sağanak yoksa yürüyorum ve o gün de yürüyordum. Ağaçlar hafif rüzgarla dansediyor, ben onları seyrediyordum. Zaten halim öyle avare ki, gözüm ya gökyüzünde, ya uçan kuşta, ağaçta, börtü böcekte. O gün de aynı şekilde aheste aheste yürüyordum. İyi geliyordu. Baharı hissediyordum, yüzüme vuran ferah esinti sanki içime çökmüş karanlığı süpürüyordu. İyi hissediyordum. Yaşamın coşku dolu cazibesi yüreğimdeki aleve su taşıyordu. İyi hissediyordum. Derken telefonum çaldı, Selim hastaydı, Selim’le kalan baba evden çıkmak zorundaydı ve elbette ben de geri gitmek zorundaydım. Gittim. Ama geri gittiğim o yol bana öyle ağır geldi ki, sanki parkı terketmekle sökeceklerdi azıcık nefes alan yüreğimi.
Eve döndüğümde tastamam çökmüş hissediyordum kendimi. Biraz dolandım durdum ama olmuyordu, içimdeki sıkıntı an be an artıyordu. Her şeye öfkeyle karşılık veriyordum. Ayakta kalışım herkese zarardı. İçimdeki bu şeyle ne yapacağımı bilmiyordum, gittim yattım. Tüm gün ve gece yattım. Daha önce de anneliğimden, eşliğimden, kendimden yana havlu attığım zamanlar oldu ama bu kez bambaşkaydı. Ertesi sabah çocukların aydınlık yüzü ile bir parça toparlandım. Ama tam bir toparlanma değildi, içim öfkeliydi, agresiftim ve sıkıntım çok kesifti. Bu yüzden tam bir iyileşme mümkün değildi sadece anlık yatışmalar yaşıyordum. Neyse ki o gün güneş yüzünü gösterdi de Pazar buhranını bir nebze daha kolay atlattım. Ama hala çok iyi hissetmiyordum bunu da -Türkiye’ye mi dönsek- diye bir anda sarfettiğim cümleden anladım.
Pazartesi oldu. Hala iyi hissetmiyordum. Bulanma, bunalma hissi peşimi bırakmıyordu. Çocukların okul koşturmaları, hazırlıklar ile kendimi bir nebze unutmuştum ki Selim’in çantasından çıkan okul notlarını bulduk. Birinde bu hafta okulda yardım kuruluşları ve Afrika’ya yardım konusunun olacağı yazıyordu. Ve bunlarla ilgili türlü etkinlikler yapılacaktı. Mesela çocuklar yardım toplayacaktı, bir gün sadece pirinç yiyeceklerdi, birgün onlar gibi giyineceklerdi vesaire. Selim kendisi okuyordu notu ve bana anlatıyordu. Bir yerde durdu ve bana döndü:
-Anne, biliyor musun, Malavi’de bir çocuğun yıllık ihtiyacı 12.50 Poundmuş. (Yaklaşık 40 Lira)
Sanki uzunca bir süredir içimde özenle tuttuğum camdan bir küre vardı ve bu cümleyle o küre tuz buz olmuştu. Dağılmıştım! İçli içli ağlamaya başladım. Çocuklar sulu gözlülüğüme alışkın ama bu seferki hafifçe ıslanan gözlerden başkaydı. Selim bakakaldı. Anlatmaya çalışıyordum ama ağlamak konuşmaya engel oluyordu.
-Bu rakam bana çok dokundu: 12.50 Pound! Biz bu paraya sayısız gereksiz şey alıyoruz, belki üstüne basıp geçtiğimiz bir oyuncak, belki çöpe attığımız bir fazlalık. Oysa bu parayla bir çocuğun -bir yıllık ihtiyacını- karşılıyorlar orada.
12.50 Pound içimdeki kanayan yaralar yığınına dokunmuştu. Duyup da içimde nereye attığımı bilemediğim nice acı, nice dram, nice sıkıntı, nice yozluk meğerse üstüste yığılmış ve devasa bir yığma yapmıştı. Her bir sıkıntı daha soğumadan üstüne binen diğer sıkıntıyı ben atlatmış sanıyordum ama aslında onlar içimde çoğalıyordu ve işte bir şekilde açığa çıkıyordu. Üzerimdeki agresiflik, içimdeki yılgınlık, midemdeki geçmez bulantı, halimdeki baygınlık hep bundandı. Atlamadığım bunaltım da bundandı ve çok açık ki ben sahici bir bunalımdaydım. Birçoklarımız gibi.
Malavi’deki bir çocuğa ağlıyordum evet ama aslında canı yanan cümle çocuklara ağlıyordum. O çocukların ardında kalan analarına ağlıyordum. Bir anne için olabilecek en yıkıcı şeyin, içinde sahicilik aranmayacak tek şeyin yani evladını kaybetmesinin samimiyetinin sorgulanmasına ve dahası yasını tutmasına bile saygı duyulmamasına ağlıyordum. Oğlunun ölüsünü sırtında çavulla taşıyan o babaya ve o acıdan korkanların hastalıklı oyunlarına ve konuşmalarına ağlıyordum. Kimbilir ne pis emeller uğruna öldürülen gençlere ağlıyordum. Bir karanlıkta bir an öldürülüveren o gence ağlıyordum. Sürülen ve aslında sağlığı sürülmesine müsaade etmeyen, kalp pili bulunmayan hastanede ölen o polise ağlıyordum. Vurmayın, öldüm, diyen o ışıl gözlü gencin, yüzü gözümün önünden gitmeyen tarumar olmuş annesine ağlıyordum. Ayrıştırılması için dört koldan çalışılan babaların erdemine ağlıyordum. Herhangi bir babanın erdemine hiç ulaşmayacaklarını bildiğim ülke büyüklerinin(!) rezaletine ağlıyordum.
Değerlerimizin yüzsüzce ayaklar altında ezilmesine ağlıyordum. İçinde yuvarlandığımız çiğliğe ağlıyordum. Yapış yapış sesli bir kadın tüccarının sesine muhatap olmaya ağlıyordum. Beni temsil edenlerin havada uçuşan küfürlerine, üç beş milyon uğruna paha biçilemez değerdeki onurlarını, haysiyetlerini, şereflerini sattıklarına ağlıyordum. Onursuzluğa ağlıyordum. Kiminin tuvalette kaybettiği, kiminin fazla pahalı olmayan gümüş tepsili çikolatada erittiği onuruna ağlıyordum. Eskiden onlar adına utanç duyduğum o günleri bile aradığım şu günlere ağlıyordum. Ve eski dediğimin aslında birkaç gün öncesi olmasına, günlerin adeta ağır yıllar gibi geçiyor olmasına ağlıyordum. Kötülüğün, ahlaksızlığın, türlü rezaletin öbek öbek ortaya saçıldığı ve dahası sıradanlaştırıldığı, ahlakın, erdemin ayaklar altına alındığı yoz günlere ağlıyordum. Hiç bu denli düşmediğimiz bu günler için ağlıyordum.
Sözde bahardı. Hava ferahtı. Ama ben oturmuş 12.50 pounda ağlıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder