26 Ağustos 2013 Pazartesi

Bana Gül Bahçesi Vadetme Anne!


Zor Günler, Zulümler, O Çocuklar, Bu Çocuklar: Anlatmak mı, Kayırmak mı?

‘Açık Açık’ yazımda son kısımda açık açık yazdığım birşey vardı. Çocuklarınıza bu çocukların dramını anlatın ve dualarınıza onları da katın diye. Normalde buyurgan konuşmaktan ölesiye kaçınan ve hatta günlük hayatta öneri getirmekten bile hoşlanmayan ben o gün öyle yazmıştım hiç düşünmeden. Sanırım yüksek ihtiyaca binaen. 
Kendiliğinden gelişen o sözleri uygulamak benim için ilk değil. Geçmişte içimden gelerek defalarca yaptığım birşeydi; varolan bir sıkıntıyı, kederi, acıyı çocuklarımla paylaşmak ve o acıları masum dualarına katmak; bu şekilde hem çocuklarımı vicdanen ayaklandırmak, hem belki de bu vesileyle hızlı bir kabule ulaşmak. Biliyorum ki, hiçbirşey anlamasalar bile, sadece amin demeleri dahi iyi gelir; hem onlara, hem olaylara. Olayları elbette bütünüyle bilmezler, bilmeleri de gerekmez ama yürekleri hisseder bunu, en azından şimdiden başkaları için yanmayı ve duacı olmayı öğrenirler, kalpleri ve vicdanları çalışır, daha doğrusu:
“Erken yaşta bir başkası için dua edebilen bir çocuğun, bu yolla fıtraten zaten var olan vicdanı ve kalbi diri kalır ve belki çalışmadığı için paslanmak yerine cilalaşır. “
Yazmıştım ya hani, çok ötedekine, fizandakine bile ağlamaktır vicdan sahibi olmak. Irk, dil, din, mezhep gözetmeden. Ateş düştüğü yeri yakar, cümleciği sanırım şeytanların uydurduğu bir söz, bu söz insana, insanımıza ait olamaz. Ateş düştüğü her yeri de, beni de, bizi de yakar. Kalp sahipleri söylesin, o bebeklerin ateşi harlanarak yakmıyor mu içinizi? Bir an devam etseniz hayata, binbir an yanıyor içinizi. Ne yana baksanız, ne yapsanız geçmiyor o boğulma hissi. Oradaki anne gibi değil elbette içimizdeki yangın, ama bizimkinde bir de vicdan yangını var, oturup seyretmek yangını…
.
Beni sahiden okuyanlar bilir; en çok yapmak istediğim şeylerden biri; çocuklarımı hayatın gerçekliği içinde tutmak. Ben çocuklarımı fanusta yetiştirmekten ölesiye korktum. Bilsinler istedim; hayatta iyilik ve güzellik olduğu kadar, kötülük ve çirkinlik de var. Yaşamımızda şükürler olsun ki sevinç var, neşe var, keyif var ama bir başka gerçeklik olan ayrılık, ölüm, korku, felaket vesaire de var. Çocukları bambaşka bir gezegende gibi yaşatmak, bence hem o çocuğa, hem dünyaya zulüm! O çocuğa zulüm zira; hayat hep güllük gülistanlık değil, biz yanlarında baki değiliz zaten her acıyı dindirmeye muktedir de değiliz. Aslında biz sadece yara sarıcı ve teselli ediciyiz. Kaldı ki yanlarındayken bile onları ne kadar koruma çemberinde gibi tutabiliriz? Bu çocuklar ilk kez tökezlediğinde ne yapacak? Sözkonusu hayatsa tökezleyeceklerine dair garanti var da, tökezlemeyeceklerine dair garanti yok zira. Herşey kusursuz gitse bile, ki mümkün değil, ölüm gerçeği var. Peki bu durumda çocukları hayatın gerçeğinden haberdar etmeden apayrı fanusta gibi tutmak uygun mu? Bence bunlar hep Batı’nın bize dayattığı ve değerlerimizi öldüren modern anneliğin zırvaları.
İkincisi bence anne babalarının üzerinde bu çocukların böyle de bir hakkı var. Anne baba usulüne göre anlatmalı bunu çocuğuna. Yarın birşey olduğunda demez mi bu çocuklar, neden bana anlatmadın? Neden beni kendi güllük gülistanlık çemberimde ayrıca tuttun, neden beni hayatın gerçeğine karşı yanılttın? Hayat Güzeldir, filminde değiliz zira. Diyorum ya herşey harika olsa bile -ölüm- diye gepegerçek ve kaçınılmaz bir acı var.
Bir başka zulüm ise dünyaya… Ayrı, ayrık, bencil, -BEN-den öteye geçemeyen çocuklar oluyorlar. En ufak bir kayırılmama durumunda; bir dakika, ben özelim, herşey benim hakkım, sen de kimsin, demeye başlıyorlar. Ki bence günümüz çocuklarının en büyük sorunu bu. Hatta kimi yetişkinlerin de. Onun için -sana ne Halep’ten, sana ne Şam’dan, sana ne ölen bebekten, kimyasaldan!- deme densizliğini gösterip üstelik bunu da normal sayıp dile getirebiliyorlar. Öyle parkta oynarken; arkadaşınla da paylaş oyuncağını, hadi çocuğum- diyerek paylaşmayı öğrenmiyorlar besbelli. Küçük oyunlara, küçük sahnelere, sahte kurgulara, öğrenmesi için mizansenlere gerek yok, ne yazık ki dünyada her durumu gerçeğiyle öğrenecek bolca malzeme ve durum var.
Sahi bu da başka bir konu; bir arkadaşım demişti; ben şu herşeyi anlatan kitaplardan hiç almadım, onu bol bol dışarı çıkarttım ve orada gördükçe onunla gördüklerim hakkında konuştum. Bence çocuk yetiştirmenin özü bu. Sahici, hayatla içiçe. Mizansen yok, yapaylık yok, riya yok, oradan buradan ithal edilmiş uygunsuz ve suni bilgiler yok… Herşey doğalıyla.
Herkes kendi çocuğunu tanır ve o çocuğun bu türden sert gerçeklikleri alma dozunu bilir, o dozu yaşa ve çocuğa göre ayarlayıp, yumuşatarak anlatabiliriz bazı şeyleri. Ben rol yapmayı bilmeyenlerdenim. Üzgünken çocuğumdan kaçırmam üzüntümü, şu sebepten üzgünüm, diye açıklarım. Bazen onlara bakacak halim bile olmuyor, la la la yapamıyorum, gidiyorum ve sizinle ilgilenemiyorum, çok üzgünüm ama şu sebepten kendimi çok kötü hissediyorum, diyorum. Bazen delice sinirli oluyorum, o zaman da özürler dileyip anlatıyorum. Şimdi bunca yoğun acı yaşarken, Yeşilçam filmlerindeki gibi yüzlerine gülüp arkadan ağlayamıyorum. Neysem onu yaşıyorum. Ağladığımı görüyorlar, ne derece üzüldüğümü ve sıkıldığımı da görüyorlar… Ama kendimi bir karanlığın içine sokup kapatmıyorum bunları yaparken, onlara daha çok sarılmak hem bana iyi geliyor hem onlara, ya da hepimizin sevdiği birşey yapmak. Taktik değil bunlar, benim yaşantım. Çocuklar robot bir anneyle yaşamadıklarını, annelerinin hayat karşısında bazen dağılıp, bazen yerlerde süründüğünü, bazen anlatırken daha salya sümük ağladığını, bazen aptalca bir sebepten çılgınca mutlu olduğunu ve hayatın da böyle birşey olduğunu öğreniyorlar. Deli meli ama annemiz böyleydi diyecekler ilerde herhalde.
Üzüntü veren şeyleri sözde onları korumak adına saklarsam; yalan bir dünya kurmuş olurum onlara, aldatmış olurum onları hatta. Bence bu büyük haksızlık! Ama dediğim gibi gerçekliği anlatma dozunu en iyi anne bilir. Misalen Selim’e anlattığım gibi Kerim’e anlatamam. Selim’in bir belgesel sever olması hayatımızı çok kolaylaştırdı. Hayatın iyi kötü pek çok eylemine buradan alışkın. Suriye’deki olayları anlatırken; uzakta savaş halinde olan bir ülkede, birçok çocuğun atılan kimyasal silahtan öldüğünü anlattım. Savaşın ve silahın neden karşısında olduğumu, normalde bir insanın bir çocuğu öldürmesinin mümkün olmadığını ama savaşın, silahın ve bu yalan gücün insanları vahşileştirdiğini vesaire anlattım. Örnekler verdim, sorular sordum; kazanan var mı sence dedim, hayır iki taraf da kaybediyor, dedi. Bu sonucu çıkarması beni memnun etti. Kerim’e ise pek anlatmadım. Sadece onun da olduğu bir ortamda duaya ihtiyaç var, tüm çocuklar için dua edelim dedim, o da  Amin dedi. Sonra Selim için araştırma yaptığımız birgündü savaş, silah derken konu atom bombasına geldi evet ürkütücüydü ama buradan atomu incelemeye geçtik neyse ki. Kerim de öğrendi tabii. Ardından çocuklarla oyun oynadım. Bir ara Kerim bombardıman en demek anne diye sordu; onu öpücük bombardımanına tutarak durumu anlattım. Ve Selim’i. Öğrendiler. Benim için en önemlisi; umutsuz bırakmamak çocukları. Konu ne denli karamsar ve karanlık olsa da sonucu mutlaka ışıkla ve aydınlıkla bitirmeliyim. Ki her halükarda ümitli olmak yaşam felsefem zaten benim. Onlara aksettirdiğim de bu, anlattığım da.
İnanç büyük ikram bize. Selim ki çok etkilenir haksızlıktan, başkasının uğradığı acıdan, yıkılmıyor şükürler olsun, derhal cenneti akla getiriyor, hatta Kerim’e bile anlatıyor. Bir keresinde kedinin birinin fareyi kaptığını görmüşler Kerim’le anlatıyordu; biliyor musun, o fare şimdi cennette. Hem cennette korku yok, kötülük yok, farenin artık saklanmasına, kaçmasına gerek yok, herşey iyi ve güzel, yiyecek aramasına bile gerek yok, diye. Hıııı, diye dinlerken giderek gülümsüyordu Kerim de.
Bugünlerde şunu söyleme ihtiyacı hissettim: Kötüler çok çalışıyor, ama biz iyilerden olmak için çalışmalıyız. Bazen iyiler kaybediyormuş gibi gözükse de sonunda mutlaka ama mutlaka iyiler ve iyilik kazanır dedim.  Sadece bazen iyi olmak için biraz daha çaba ve sabır gerekir dedim. Kötüler bazen daha büyük görünür ama bu çok çalıştıkları içindir, biz de iyilik için çok, çok çalışmalı ve iyi insanlar olmalıyız dedim. En önemlisi Allah çalışanı ve iyi olanı hatta iyi olmaya çalışanı bile terketmez, dedim. Mesela belki sen ve kardeşin ışınlanmayı bulursunuz (ben bir süredir takığım bu olaya:)) ve biri bir silah ya da savaş için düğmeye basacağı anda İnanılmaz Aile’deki Flash gibi hatta ondan çok daha hızlı şekilde  sistemi çalışmaz hale getirirsiniz. Çok sevdikleri bir örnekten yola çıktığım için pür dikkat dinlediler beni. Benim çocuklarımın ilgi alanları ve  dozu böyle çünkü. 
.
.
709793-syria-chemical-attacks
.
Benim kabul edemeyeceğim birşey var: Onlar çok uzaktalar, onlar için birşey yapamam bu yüzden ben de bakmıyorum, çocuklarımın da öğrenmesinde ne fayda var, anlayışı. Hayır tastamam gerçeği bilmelerinden, onlara bizim bile dayanamadığımız şeyleri izletmekten bahsetmiyorum, ama usulünce bir acıyı paylaşmak kötü olamaz. Bir tarafta koca bir yangın var, insanlar perişan ben bir duayı bile esirgeyeceğim çocuğumun psikolojisi bozulmasın diye öyle mi? Bu olmaz! Ben böyle yaparsam, aldırmazsam, onları kayırırsam bu bencil düşünce benden çocuklarıma geçer illa ki, illa ki! Sonra da nesillere işliyor işte gamsızlık zehri! 
Uzaklara gitmeye gerek yok, kaçımız Doğu’da ölen çocukları biliyoruz? Türkiye’ydi orası da ama çok kişinin umuru bile değildi. Şimdi sana ne Şam’dan, diyenler o zamanlar sana ne Şırnak’tan diyordu. Söyleyelim hadi, kaçımız Ceylan’ı biliyor? İşte kayırılmak bizi böyle yapıyor.
O çocuklar yandı, boğuldu, yaşayan kaldıysa bile ilaç yok, doktorlar bile öldü, ölüyor… Benim çocuğum bir başka çocuğa hiç olmazsa dua etmeli. Ben bu konuda şükretmekten bile haya ediyorum. A, bakın biz evimizde huzurluyuz, şükredelim demeye bile utanıyorum. Kayırmak benim yapabileceğim birşey olamaz.
Dün okuduğum bir hikaye darmadağın etti beni. Afrika’da bir öğretmen, öğrencileri ile piknik yapıyor. Çocuklardan biri boğuldu diye bir haber geliyor, öğretmen olay yerine koşarken; Allah’ım inşaallah benim çocuğumdur boğulan, zira o çocuklar bana emanet, diyor. Gidiyor; duası kabul olmuş; boğulan çocuk onun çocuğu! Hangimiz bunu diyebiliriz? Bırakın demeyi aklımızdan geçmesi bile titretiyor içimizi i değil mi? Olayı anlatan Kerim Balcı şöyle devam ediyor: Ben Suriye ve Mısır’da çocuklar öleceğine, benim çocuğum ölsün diyemiyorum bir türlü… ve Şam’ın şekeri diye o çocuklardan özürler dileyip ekliyor:
.
“Yarın, ölemeyenler koca koca sözler edecekler senin için küçüğüm… ‘Vahşet, insanlık suçu, soykırım’ diyecekler… ‘Komisyonlar kurulsun, sorumlular bulunsun!’ diye ekleyecekler. Yazılar yazacaklar ardından, toplantılar yapacaklar. Sloganlar atacak bazıları; öldüreni öldürürlerse ölene karşı sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanacaklar… Ben, ağlamak için her gün yüz insanın ölmesinin yetmediği gerçeğine ağlayacağım. Ve yüzer yüzer yüz bin yetişkin öldüğünde kılımız kıpırdamadığı için sıranın sana geldiğine!”
“Dün gece sabahı zor ettim Şam’ın şekeri,
“Sen semaya çıkan merdiveni tırmandığın saatlerde,
“Başkaları, haberler doğru mu, yalan mı diye tartıştı,
“Ben, yaşayanların garip hallerine ağladım, geride kaldığımız için…”
“Bir gün gelecek, unutulacak hikâyen senin de… Bugün zulm ile abad olduklarını sananların sonu berbat olacak elbet. Şam’da yeni çiçekler açacak… Senin boşalttığın yeri yeni ışıltılar dolduracak. Onların cıvıltılarıyla uyanacağız bir başka Şam sabahına. Resimleri basılmayacak gazetelerde; televizyonlarda bahsedilmeyecek onlardan. Ama ben hatırlayacağım, sizin öldüğünüzü, onlar yaşayabilsinler diye…
Ben bu halin içinde, aman çocuklarımın zihnine bir zeval gelmesin diye sarıp sarmalayacağım, gerekirse gözlerini kulaklarını dünyaya kapatacağım ve bir duasını bile esirgeyeceğim öyle mi? Başka annelerin başka başka olabilir tercihleri ama ben yapamam! Yaptırmasın da Allah!

Hiç yorum yok: