8 Haziran 2013 Cumartesi

Ağaç, İnsan, Yaşam, Gençlik, Geçmiş ve Şimdi

Topçu Kışlası Projesi yıllardır mevzu bahis ediliyormuş, bilmiyordum. Ama bilenler varmış. Birkaç genç. Aylarca imza toplamak için uğraşmışlar, metro çıkışlarında insanlara dert anlatmaya çalışmışlar. Kimse ne oluyor dememiş; ne sıradan halk, ne sanatçılar, ne siyasiler, ne de belediyeler. Gün yaklaştıkça parkı mesken tutmuşlar; bırakmam seni demişler ağaçlara, bırakmamışlar. Onları sökmeye gelenlere bedenleriyle siper olmuşlar. Yetememiş güçleri, sökülmüş ağaçlar. Kalanları korumaya çalışmışlar, baskın yemişler, büyük bir şiddete maruz kalmışlar. İşte o çocuklara ve o eyleme destek verdim ben. Çünkü yürekten hissediyordum ki; o çocuklar safi ağaçseverdi, canlıseverdi. Samimilerdi, gönülleri geniş, düşünceleri naifti. Bence dünyada sayısı azalmış kişilerdendi. Bu yüzden onlara yapılan kabalığı ve şiddeti görmezden gelemedim hatta o şiddeti ilk eleştirenlerden biriydim. Ve eminim İstanbul'da olsam o günlerde gidip onlara bir omuz da ben verirdim. Hatta gene Twitter'a yazdığım gibi çocuklarımı da yanıma alır, ağaçlara onlarla beraber sarılmaya giderdim. O çocuklar ne derece naifse, onları görmezden gelen, küçümseyen ve şiddete maruz bırakan zihniyet de o derece kaba gelmişti bana çünkü. Destek vermek istememin bir sebebi de bu adaletsizlikti. Yani biri ağaçları, doğayı ve parkı korumak, biri de o safi çocukların yanında olmak ve haksızlığa karşı çıkmak.


Derken polisin Taksim'den çekilmesiyle eylem de yeniden parka çekildi. Ancak elbette birşeyler hatta çok şeyler değişmişti.  Önce katılımcılar değişti ve hemen her kesimden insan oraya toplandı: halis doğaseverler, insanseverler, hümanistler, yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler, öğrenciler, beyaz yakalılar, işsiz kalmışlar, bir kısım sanatçılar, oyuncular, şarkıcılar, sokak satıcıları, taksiciler, sağcılar, solcular, takım taraftarları ve daha kimbilir kimler... Bu noktadan sonra parkta bambaşka bir hava oluştu. Değişik bir sinerji. Bu enerjinin oluşmasında farklı kesimlerin biraraya gelmesinin etkisi büyüktü. Ve kabul etmek gerek Beşiktaş taraftarı Çarşı'nın uyanık ve sempatik tavrı, akıllı ve sağduyulu tutumu havanın tatlılaşmasında büyük rol oynadı. Ama en çok gençliğin neşe veren, ümit veren enerjisiydi bu durumun müsebbibi. Bu enerjiyle birlikte yaşananlara oturup karalar bağlamak yerine, son derece zeki bir mizah diliyle olaylara yaklaşıldı, pankartlar çok yaratıcıydı, etraftan yapılan sivri çıkışlara, küfürlere ve provokasyonlara genellikle sağduyu çağrıları yapılıyordu, o alan içinde kardeşlik ve barış havası vardı ve bunun keyfi sürülüyordu. Çoğunluk ötekine aldırmadan kaynaşmış oturuyor, galatasaraylı fenerliyle sarmaş dolaş oluyor, alana giren başörtülüler selamlanıyordu.
Her giden oraya cebinden birşeyler götürdü, yiyecek, içeçek standları kuruldu ve herşey bedava dağıtıldı, mini bir kütüphane kuruldu, kitaplar okundu, şarkılar söylendi. Gezi Alanı bir anda efsunlu bir alan oldu sanki. Ben görmedim, sadece fotoğrafların, söylenenlerin ama en çok oraya giden insanların mesajlarından dahi yayılan o uyumlu ve sıcak enerjinin etkisiyle edindim bu fikirleri ve hisleri. Sanki bir nevi Çiçek Çocuklar dönemi geri gelmişti. (Barikat vesaire olaylarını saymazsak) Hani herkesin birbirine yüze yerleşmiş mülayim bir gülümsemeyle baktığı, seni seviyorum kardeşim deyip birbirine sarıldığı, yiyeceğini bölüştüğü hatta yedirmek için ısrarcı olduğu, rahat ve geniş zamanlar gibi.. Benim gözümde canlanan manzara buydu. Bilmiyorum ne kadar doğru.
Oraya gidenler, bu havayı teneffüs edenler bu atmosferin etkisiyle helva gibi yumuşamış, kalbinde azıcık şefkat kırıntısı olanlar büyük oranda başkalaşmıştı. İnsanların birçoğu içinde oldukları bu büyülü atmosferin etkisiyle Gezi Parkı dışında kalan her yerde de bu havanın hakim olduğu sanrısına kapılmıştı. İşte bu noktada sıkıntı vardı. Ne yazık ki bu atmosferin dışı karanlık ve ürkütücüydü, en azından benim için ve parkın dışındakiler için. Sokaklarda sabahlara dek çatışma vardı, yaralılar... Benim içimdeki çatırdama ve kırılma da bu çatışmalarla başladı. Ve ölüm kelimesi geçtiği yerde keskin bir ayrışma oldu. Bu parkın içinde barış ve kardeşlik dilediği kadar olsa da, içinde şarkılar söylenip, halaylar tutulsa da, dışı cehennemse burada benim açımdan ne sevinç olabilirdi, ne de ağaç ve çevre sevgisi baskın gelebilirdi. Çünkü aslolan İNSANdı. İstediğim kadar seveyim ağaçları, ormanı, parkları, istediğim kadar savunayım haklılıkları, istediğim kadar seveyim doğayı, bohem hayatı ve Çiçek Çocuklarını, istediğim kadar seveyim gençleri ve onların insanı ayağa kaldıran müthiş enerjilerini hepsi berhavaydı zira havada ölüm, endişe ve karanlık kokusu vardı. Gene diyorum benim için aslolan İnsandı. Bu yüzden sevinemedim, barış ve kardeşlik türküleri söylemedim.
Üstüne bir de Taksim Platformu adıyla eylemin temsilcisi olarak giden koca koca adamları görünce, yenilenmeye dair ümidim neredeyse tümden kesildi zira bildik bir manzara ve eskiye dair bildik bir sıkıntı kapladı içimi. İçlerine provokatör, parti, bayrak, flama sokmamak, partilerin nemalanmasına, fırsatçıların doluşmasına izin vermemek için elinden geleni yapan, yeni şeyler söyleyen, yeni işler başaran ve yüreklere umut dağıtan bu kitle neden temsilen o koca adamları seçmişti, neden bir tek genç gitmemişti, bilemedim. Bilemedim ve içimde karanlıklar kol gezdi.
Bu dönemde birazcık şahlansa umudum ardından gelen açıklamalarla yeniden pörsüyordu. Ama dün birden birşey oldu; içime bir ferahlık ve aydınlanma doldu. Ümitliyim,  daha ümitliyim, bence bilinçler değişecek, gelişeceğiz hep beraber. Ümitliyim, kötü gibi görünen gelişmelerden güzel hayırlar doğacakmış gibi hissediyorum. Sanki birbirimizi daha çok dinleyeceğiz, ötekini öcü olmadığını farkedeceğiz, kalplerimizin katılığı yerini yumuşamaya bırakacak ve birbirimizi hoşgörmeyi öğreneceğiz, biraz daha yakınlaşıp, biraz daha sevecekmişiz gibi... Evet bazı kalpler, kafalar  kaya gibi olsa da geri kalanlar için ümitliyim.
.
Bakın bir de ne sebeplerden ümitliyim;
Düşündüm, Cumhurbaşkanımızın dediği gibi; İnsanımız ağaçlar kesilmesin diye eylem yapıyorsa bu gelişmiş ülke olduğumuzun göstergesi,  değil mi? Ya da gelişmiş ülke olma yolunda oluyor olduğumuzun diyeyim. Evet hak, özgürlük, baskı, şiddet konusuna ulaştı konu biliyorum ama başlangıç bu değil miydi?
Düşündüm; eskiden ekmek kavgası olurdu. Gençler çoğunluk harç parası için ayaklanırdı. Ya da sağlık sorunları için başkaldıranlar olurdu. Şimdi bunlar yok. Demek ki bu sıkıntıları aşmışız ve bir ağaç uğruna ayaklanabiliyoruz.
Bir başka örnek daha vereyim. Eskiden eylem yapmaya korkardık, hele hele uzatmaya. Bir darbe daha olmasın endişesi taşırdık. Zaten bu yüzden de ürkek ve çekingen bir nesil olduk. Şimdi gençler istediğini almadan bırakmıyor işin peşini. Bunda özgüvenli nesil olarak yetişmelerinin payı büyük.
Düşündüm; eskiden polisle normal vakitte bile karşı karşıya gelmekten ödümüz kopardı. Polis öcü gibi birşeydi. Alıp sizi istedikleri gibi götürebilir, dövebilir belki öldürebilirdi. Bu yüzden bir polisle çok temkinli ve çekinik konuşulurdu. Oysa şimdi tıpkı bize rüya gibi gelen Amerikan filmlerinde olduğu gibi; senin maaşını ben veriyorum, bana karşı dikkatli ol diyebiliyoruz. (Önceki gün böylesi bir olay yaşanmış, polis de eylemciye cebinden 50 Lira uzatıp, bu senden bana gelen pay, al da git, demiş:))
Evet düşünüyorum; daha çok özgürlük, daha çok serbestlik, daha az baskı istiyoruz. Tıpkı medeni ülkeler gibi. Çevre duyarlılığı istiyoruz. Eskiden bunlar da dert mi dediklerimizi dert ediniyoruz ve bunun için savaş veriyoruz. Bence alt kollara ayırmadan, dallandırıp budaklandırmadan, sosyolojik kıvrımlara kapılmadan sırf bu şekilde düşünsek bile iyi yerdeyiz. Ve inşaallah daha da iyi yerlere geleceğiz. Ümitliyim. Daha hoşgörülü ve daha tahammüllü, daha renkli ve daha empatili, birbirimize karşı daha kucaklayıcı ve daha şefkatli, daha güzel ve güneşli günler göreceğiz!
Keşke diyorum; keşke İstanbul içinde kurtarılmış bir bölge olarak kalsa Gezi Parkı. İçine daha çok ağaç dikilse, daha da güzelleştirilse ve ötekini kucaklayabilmenin numunesi olarak dursa orada.. Ne harika olurdu. 
.
Işık, ümit,karma delianne
.
.
Günlerdir aklımdaki konu;
İki kesime ayrılınca herkes kendi gibilerle konuşup, kendi gibileri okuyup, kendi gibileri dinleyince bir gelişme olmuyor, körlerle sağırlar birbirini ağırlıyor ve ortaya yeni ve güzel birşey zaten çıkmazken bir de öfke körükleniyor, zihinlerdeki katı düşünceler daha da katılaşıyor. O yüzden renk önemli; farklı fikirleri duymak, görmek, farklı yaşamları izlemek önemli. Böylece gide gide tahammül sahibi olmayı, hoşgörülü olmayı öğrenebiliriz belki. Bir de başka fikirleri duymak; zihindeki katı düşüncelerin arasına sızan soru işaretleri ile yenilenme, yeni şeyler düşünme, yahu çok emindim şu fikrimden ama böyle de olabilir mi, deme fırsatını verir kişiye. Kişi çok bağnaz, kaskatı olsa bile, belli etmese de olur bu, yeterki bağnazlığı dinleme tahammülüne engel olmasın. Daha önce de bahsini etmiştim; zanlarımızdan emin olma kibrinden uzaklaşıp tevazuya yaklaştırabilir başkalarının fikirleri, söyledikleri, hissettikleri. Korkmamak gerek! Korkuyoruz niyeyse. Hemen ötekini bastırmaya ve susturmaya çalışıyoruz. O zaman da düşüncelerimizden emin olmadığımızı ve emin olmadığımızı da bildiğimizi düşünüyorum ben. Kendine güvenen insan karşısındakini dinler. Dinlerken delirmez. Karşısındaki ona tef çalıp oynasa bile dinler. Dinlerken delirmez.
-------------------------------------------------------------------------------
Bir de bırakın herkes dilediği şekilde tepki versin, istemeyen vermesin. Baskı istemiyorum deyip, insanlara tahakküm kurmak, ki başkaldırılan şeylerin başında tahakküm var, herkesi baskı altına almaya çalışmak hatta kelimenin tam manasıyla zorbalık yapmak ironisinden vazgeçelim. Gerçeği gölgeliyor bu tutum, samimiyeti sorgulattırıyor. Sanatçılara bile neden tepki vermiyorsun diye dayatma var, neden? Belki seninle aynı fikirde değilim ben, diyemiyor insanlar. Oysa bundan doğal ne var? Peki ben seninle aynı fikirde değilim diyememenin adı ne?En kibar ifadeyle baskı, en berbat ifadeyle zorbalık! 'Özgürlük benim, hak benim, haklı benim. Benim düşüncem yeganedir, ya benim düşüncemi desteklersin ya da defol git' demektir zorbalık. Zaten bundan çıkmadı mı tüm arızalar ve zaten buna başkaldırılmıyor mu? Yanılıyor muyum?
-------------------------------------------------------------------------------
Şimdiki gençler diyor ki, -eskiden şunlar şunlar okuyorken sen neredeydin- sorularının muhatabı bizler değiliz. Hatta Twitter'da; 28 Şubatta neredeydin diye soruyorlar, kreşteydim, diyorum diye yazmıştı biri. Evet kesinlikle doğrudur! Kimse 90'lı Y kuşağı çocuklarını muhatap almıyor bunları söylerken zaten. Ancak bilmek fayda sağlar, bilene de hatırlamak ha keza. Değil mi ki geçmişi bilmeyen geleceği imar edemez diyoruz, o halde öğrenmenin bunca kolay olduğu bir zamanda, bilgiye ulaşmak konusunda çok gelişkin yeneteneğe sahip iletişim çağı çocuklarının çok yakın tarihimizi öğrenmesi de eminim ki çok kolay.
-------------------------------------------------------------------------------
Bu yazıyı yoruma kapatacağım. Çünkü yazdıklarıma bambaşka anlamlar yüklendiğinde, aklımdan ve kalbimden geçirmediğimlerim yazmışım gibi algılandığında haksızlığa gelemeyen bünyemi susturamıyor ve yazmadan duramıyorum. Farklı fikirleri dinlemeyi seviyorum, (bazen zor da olsa) bunlarla düşünce sistemimin esnediğini ve geliştiğini hissediyorum, bunu farklı pek çok kesimi, medyayı, fikri dinleyerek yapmaya da uğraşıyorum ancak yorum bazında konu istemediğim şekilde uzuyor ve çok sıkılıyorum. Oysa ben bu kadar yazmak istiyorum. Görmediklerim elbette vardır, bilmediklerim şüphesiz olacaktır, zaten deryada bir zerre bile değildir bildiklerim ve dahi pek çok insanın bildiği, anlatmak isteyen her yerde anlatabiliyorken üstelik derdini bırakalım herkes kendi mecrasını kullansın.
(Ve bundan böyle tüm yazıları sadece yayımlandıkları ilk gün yoruma açacağım)

Hiç yorum yok: