Topçu
Kışlası Projesi yıllardır mevzu bahis ediliyormuş, bilmiyordum. Ama
bilenler varmış. Birkaç genç. Aylarca imza toplamak için uğraşmışlar,
metro çıkışlarında insanlara dert anlatmaya çalışmışlar. Kimse ne oluyor
dememiş; ne sıradan halk, ne sanatçılar, ne siyasiler, ne de
belediyeler. Gün yaklaştıkça parkı mesken tutmuşlar; bırakmam seni
demişler ağaçlara, bırakmamışlar. Onları sökmeye gelenlere bedenleriyle
siper olmuşlar. Yetememiş güçleri, sökülmüş ağaçlar. Kalanları korumaya
çalışmışlar, baskın yemişler, büyük bir şiddete maruz kalmışlar. İşte o
çocuklara ve o eyleme destek verdim ben. Çünkü yürekten hissediyordum
ki; o çocuklar safi ağaçseverdi, canlıseverdi. Samimilerdi, gönülleri
geniş, düşünceleri naifti. Bence dünyada sayısı azalmış kişilerdendi. Bu
yüzden onlara yapılan kabalığı ve şiddeti görmezden gelemedim hatta o
şiddeti ilk eleştirenlerden biriydim. Ve eminim İstanbul'da olsam o
günlerde gidip onlara bir omuz da ben verirdim. Hatta gene Twitter'a
yazdığım gibi çocuklarımı da yanıma alır, ağaçlara onlarla beraber
sarılmaya giderdim. O çocuklar ne derece naifse, onları görmezden gelen,
küçümseyen ve şiddete maruz bırakan zihniyet de o derece kaba gelmişti
bana çünkü. Destek vermek istememin bir sebebi de bu adaletsizlikti.
Yani biri ağaçları, doğayı ve parkı korumak, biri de o safi çocukların
yanında olmak ve haksızlığa karşı çıkmak.
Derken
polisin Taksim'den çekilmesiyle eylem de yeniden parka çekildi. Ancak
elbette birşeyler hatta çok şeyler değişmişti. Önce katılımcılar
değişti ve hemen her kesimden insan oraya toplandı: halis doğaseverler,
insanseverler, hümanistler, yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler,
öğrenciler, beyaz yakalılar, işsiz kalmışlar, bir kısım sanatçılar,
oyuncular, şarkıcılar, sokak satıcıları, taksiciler, sağcılar, solcular,
takım taraftarları ve daha kimbilir kimler... Bu noktadan sonra parkta
bambaşka bir hava oluştu. Değişik bir sinerji. Bu enerjinin oluşmasında
farklı kesimlerin biraraya gelmesinin etkisi büyüktü. Ve kabul etmek
gerek Beşiktaş taraftarı Çarşı'nın uyanık ve sempatik tavrı, akıllı ve
sağduyulu tutumu havanın tatlılaşmasında büyük rol oynadı. Ama en çok
gençliğin neşe veren, ümit veren enerjisiydi bu durumun müsebbibi. Bu
enerjiyle birlikte yaşananlara oturup karalar bağlamak yerine, son
derece zeki bir mizah diliyle olaylara yaklaşıldı, pankartlar çok
yaratıcıydı, etraftan yapılan sivri çıkışlara, küfürlere ve
provokasyonlara genellikle sağduyu çağrıları yapılıyordu, o alan içinde
kardeşlik ve barış havası vardı ve bunun keyfi sürülüyordu. Çoğunluk
ötekine aldırmadan kaynaşmış oturuyor, galatasaraylı fenerliyle sarmaş
dolaş oluyor, alana giren başörtülüler selamlanıyordu.
Her
giden oraya cebinden birşeyler götürdü, yiyecek, içeçek standları
kuruldu ve herşey bedava dağıtıldı, mini bir kütüphane kuruldu, kitaplar
okundu, şarkılar söylendi. Gezi Alanı bir anda efsunlu bir alan oldu
sanki. Ben görmedim, sadece fotoğrafların, söylenenlerin ama en çok
oraya giden insanların mesajlarından dahi yayılan o uyumlu ve sıcak
enerjinin etkisiyle edindim bu fikirleri ve hisleri. Sanki bir nevi
Çiçek Çocuklar dönemi geri gelmişti. (Barikat vesaire olaylarını
saymazsak) Hani herkesin birbirine yüze yerleşmiş mülayim bir
gülümsemeyle baktığı, seni seviyorum kardeşim deyip birbirine sarıldığı,
yiyeceğini bölüştüğü hatta yedirmek için ısrarcı olduğu, rahat ve geniş
zamanlar gibi.. Benim gözümde canlanan manzara buydu. Bilmiyorum ne kadar doğru.
Oraya
gidenler, bu havayı teneffüs edenler bu atmosferin etkisiyle helva gibi
yumuşamış, kalbinde azıcık şefkat kırıntısı olanlar büyük oranda
başkalaşmıştı. İnsanların birçoğu içinde oldukları bu büyülü atmosferin
etkisiyle Gezi Parkı dışında kalan her yerde de bu havanın hakim olduğu
sanrısına kapılmıştı. İşte bu noktada sıkıntı vardı. Ne yazık ki bu
atmosferin dışı karanlık ve ürkütücüydü, en azından benim için ve parkın
dışındakiler için. Sokaklarda sabahlara dek çatışma vardı, yaralılar...
Benim içimdeki çatırdama ve kırılma da bu çatışmalarla başladı. Ve ölüm
kelimesi geçtiği yerde keskin bir ayrışma oldu. Bu parkın içinde barış
ve kardeşlik dilediği kadar olsa da, içinde şarkılar söylenip, halaylar
tutulsa da, dışı cehennemse burada benim açımdan ne sevinç olabilirdi,
ne de ağaç ve çevre sevgisi baskın gelebilirdi. Çünkü aslolan İNSANdı.
İstediğim kadar seveyim ağaçları, ormanı, parkları, istediğim kadar
savunayım haklılıkları, istediğim kadar seveyim doğayı, bohem hayatı ve
Çiçek Çocuklarını, istediğim kadar seveyim gençleri ve onların insanı
ayağa kaldıran müthiş enerjilerini hepsi berhavaydı zira havada ölüm,
endişe ve karanlık kokusu vardı. Gene diyorum benim için aslolan
İnsandı. Bu yüzden sevinemedim, barış ve kardeşlik türküleri söylemedim.
Üstüne
bir de Taksim Platformu adıyla eylemin temsilcisi olarak giden koca
koca adamları görünce, yenilenmeye dair ümidim neredeyse tümden kesildi
zira bildik bir manzara ve eskiye dair bildik bir sıkıntı kapladı içimi.
İçlerine provokatör, parti, bayrak, flama sokmamak, partilerin
nemalanmasına, fırsatçıların doluşmasına izin vermemek için elinden
geleni yapan, yeni şeyler söyleyen, yeni işler başaran ve yüreklere umut
dağıtan bu kitle neden temsilen o koca adamları seçmişti, neden bir tek
genç gitmemişti, bilemedim. Bilemedim ve içimde karanlıklar kol gezdi.
Bu
dönemde birazcık şahlansa umudum ardından gelen açıklamalarla yeniden
pörsüyordu. Ama dün birden birşey oldu; içime bir ferahlık ve aydınlanma
doldu. Ümitliyim, daha ümitliyim, bence bilinçler değişecek,
gelişeceğiz hep beraber. Ümitliyim, kötü gibi görünen gelişmelerden
güzel hayırlar doğacakmış gibi hissediyorum. Sanki birbirimizi daha çok
dinleyeceğiz, ötekini öcü olmadığını farkedeceğiz, kalplerimizin
katılığı yerini yumuşamaya bırakacak ve birbirimizi hoşgörmeyi
öğreneceğiz, biraz daha yakınlaşıp, biraz daha sevecekmişiz gibi... Evet
bazı kalpler, kafalar kaya gibi olsa da geri kalanlar için ümitliyim.
.
Bakın bir de ne sebeplerden ümitliyim;
Düşündüm,
Cumhurbaşkanımızın dediği gibi; İnsanımız ağaçlar kesilmesin diye eylem
yapıyorsa bu gelişmiş ülke olduğumuzun göstergesi, değil mi? Ya da
gelişmiş ülke olma yolunda oluyor olduğumuzun diyeyim. Evet hak,
özgürlük, baskı, şiddet konusuna ulaştı konu biliyorum ama başlangıç bu
değil miydi?
Düşündüm;
eskiden ekmek kavgası olurdu. Gençler çoğunluk harç parası için
ayaklanırdı. Ya da sağlık sorunları için başkaldıranlar olurdu. Şimdi
bunlar yok. Demek ki bu sıkıntıları aşmışız ve bir ağaç uğruna
ayaklanabiliyoruz.
Bir
başka örnek daha vereyim. Eskiden eylem yapmaya korkardık, hele hele
uzatmaya. Bir darbe daha olmasın endişesi taşırdık. Zaten bu yüzden de
ürkek ve çekingen bir nesil olduk. Şimdi gençler istediğini almadan
bırakmıyor işin peşini. Bunda özgüvenli nesil olarak yetişmelerinin payı
büyük.
Düşündüm;
eskiden polisle normal vakitte bile karşı karşıya gelmekten ödümüz
kopardı. Polis öcü gibi birşeydi. Alıp sizi istedikleri gibi
götürebilir, dövebilir belki öldürebilirdi. Bu yüzden bir polisle çok
temkinli ve çekinik konuşulurdu. Oysa şimdi tıpkı bize rüya gibi gelen
Amerikan filmlerinde olduğu gibi; senin maaşını ben veriyorum, bana
karşı dikkatli ol diyebiliyoruz. (Önceki gün böylesi bir olay yaşanmış,
polis de eylemciye cebinden 50 Lira uzatıp, bu senden bana gelen pay, al
da git, demiş:))
Evet
düşünüyorum; daha çok özgürlük, daha çok serbestlik, daha az baskı
istiyoruz. Tıpkı medeni ülkeler gibi. Çevre duyarlılığı istiyoruz.
Eskiden bunlar da dert mi dediklerimizi dert ediniyoruz ve bunun için
savaş veriyoruz. Bence alt kollara ayırmadan, dallandırıp
budaklandırmadan, sosyolojik kıvrımlara kapılmadan sırf bu şekilde
düşünsek bile iyi yerdeyiz. Ve inşaallah daha da iyi yerlere geleceğiz.
Ümitliyim. Daha hoşgörülü ve daha tahammüllü, daha renkli ve daha
empatili, birbirimize karşı daha kucaklayıcı ve daha şefkatli, daha
güzel ve güneşli günler göreceğiz!
Keşke diyorum; keşke İstanbul içinde kurtarılmış bir bölge olarak kalsa Gezi Parkı. İçine daha çok ağaç dikilse, daha da güzelleştirilse ve ötekini kucaklayabilmenin numunesi olarak dursa orada.. Ne harika olurdu...
.
Günlerdir aklımdaki konu;
İki
kesime ayrılınca herkes kendi gibilerle konuşup, kendi gibileri okuyup,
kendi gibileri dinleyince bir gelişme olmuyor, körlerle sağırlar
birbirini ağırlıyor ve ortaya yeni ve güzel birşey zaten çıkmazken bir
de öfke körükleniyor, zihinlerdeki katı düşünceler daha da katılaşıyor. O
yüzden renk önemli; farklı fikirleri duymak, görmek, farklı yaşamları
izlemek önemli. Böylece gide gide tahammül sahibi olmayı, hoşgörülü
olmayı öğrenebiliriz belki. Bir de başka fikirleri duymak; zihindeki
katı düşüncelerin arasına sızan soru işaretleri ile yenilenme, yeni
şeyler düşünme, yahu çok emindim şu fikrimden ama böyle de olabilir mi,
deme fırsatını verir kişiye. Kişi çok bağnaz, kaskatı olsa bile, belli
etmese de olur bu, yeterki bağnazlığı dinleme tahammülüne engel olmasın.
Daha önce de bahsini etmiştim; zanlarımızdan emin olma kibrinden
uzaklaşıp tevazuya yaklaştırabilir başkalarının fikirleri, söyledikleri,
hissettikleri. Korkmamak gerek! Korkuyoruz niyeyse. Hemen ötekini
bastırmaya ve susturmaya çalışıyoruz. O zaman da düşüncelerimizden emin
olmadığımızı ve emin olmadığımızı da bildiğimizi düşünüyorum ben.
Kendine güvenen insan karşısındakini dinler. Dinlerken delirmez.
Karşısındaki ona tef çalıp oynasa bile dinler. Dinlerken delirmez.
-------------------------------------------------------------------------------
Bir
de bırakın herkes dilediği şekilde tepki versin, istemeyen vermesin.
Baskı istemiyorum deyip, insanlara tahakküm kurmak, ki başkaldırılan
şeylerin başında tahakküm var, herkesi baskı altına almaya çalışmak
hatta kelimenin tam manasıyla zorbalık yapmak ironisinden vazgeçelim.
Gerçeği gölgeliyor bu tutum, samimiyeti sorgulattırıyor. Sanatçılara
bile neden tepki vermiyorsun diye dayatma var, neden? Belki seninle aynı
fikirde değilim ben, diyemiyor insanlar. Oysa bundan doğal ne var? Peki
ben seninle aynı fikirde değilim diyememenin adı ne?En kibar ifadeyle
baskı, en berbat ifadeyle zorbalık! 'Özgürlük benim, hak benim, haklı
benim. Benim düşüncem yeganedir, ya benim düşüncemi desteklersin ya da
defol git' demektir zorbalık. Zaten bundan çıkmadı mı tüm arızalar ve
zaten buna başkaldırılmıyor mu? Yanılıyor muyum?
-------------------------------------------------------------------------------
Şimdiki
gençler diyor ki, -eskiden şunlar şunlar okuyorken sen neredeydin-
sorularının muhatabı bizler değiliz. Hatta Twitter'da; 28 Şubatta
neredeydin diye soruyorlar, kreşteydim, diyorum diye yazmıştı biri. Evet
kesinlikle doğrudur! Kimse 90'lı Y kuşağı çocuklarını muhatap almıyor
bunları söylerken zaten. Ancak bilmek fayda sağlar, bilene de hatırlamak
ha keza. Değil
mi ki geçmişi bilmeyen geleceği imar edemez diyoruz, o halde öğrenmenin
bunca kolay olduğu bir zamanda, bilgiye ulaşmak konusunda çok gelişkin
yeneteneğe sahip iletişim çağı çocuklarının çok yakın tarihimizi
öğrenmesi de eminim ki çok kolay.
-------------------------------------------------------------------------------
Bu
yazıyı yoruma kapatacağım. Çünkü yazdıklarıma bambaşka anlamlar
yüklendiğinde, aklımdan ve kalbimden geçirmediğimlerim yazmışım gibi
algılandığında haksızlığa gelemeyen bünyemi susturamıyor ve yazmadan
duramıyorum. Farklı fikirleri dinlemeyi seviyorum, (bazen zor da olsa)
bunlarla düşünce sistemimin esnediğini ve geliştiğini hissediyorum, bunu
farklı pek çok kesimi, medyayı, fikri dinleyerek yapmaya da uğraşıyorum
ancak yorum bazında konu istemediğim şekilde uzuyor ve çok sıkılıyorum.
Oysa ben bu kadar yazmak istiyorum. Görmediklerim elbette vardır,
bilmediklerim şüphesiz olacaktır, zaten deryada bir zerre bile değildir
bildiklerim ve dahi pek çok insanın bildiği, anlatmak isteyen her yerde
anlatabiliyorken üstelik derdini bırakalım herkes kendi mecrasını
kullansın.
(Ve bundan böyle tüm yazıları sadece yayımlandıkları ilk gün yoruma açacağım)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder