29 Mayıs 2013 Çarşamba

Hyde Park ve Gezi Parkı


Hyde Park’ın enfes fotoğraflarını hazırlamaya ve hakkında yazmaya girişirken ve İstanbul’a Londra sistemindeki gibi bisiklet sistemi yerleştirenlerden sebep içimde ümitler yeşermiş ve ülkemde güzel şeyler oluyor derken ve  nasıl bilmem ama belki, bir şekilde Taksim’de trafik yeraltına alınır da, belki üst taraflar yeşillendirilirse, bizde de tam olmaz ama şehrin merkezinde bir Central Park yahut bir Hyde Park yapılabilir derken gelen haberle yıkıldım resmen. Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesiliyor zira oraya alışveriş merkezi yapılıyormuş. Sözün bittiği yer burası benim için!
.
taksim-gezi-parki1
.
Neden Türkiye’de Avrupa’nın en büyük alışveriş merkezi var? Neden Türkiye’de Avrupa’nın en iyi alışveriş merkezleri var? Neden bu konuda ödül alıyor alışveriş merkezlerimiz? Neden İskoçya’da doğru dürüst alışveriş merkezi yok? Neden hala dükkanların oluştuğu cadde stilinde merkezler var ancak? Aptal mı bu insanlar, güçleri mi yok yapmaya, yetersizler mi, muktedir değiller mi tarihi binaları yıkıp, ormanları biçip, buldukları en her alanı yıkıp alışveriş merkezi yapmaya, yahut biz çok mu akıllıyız? Gelişmişlik göstergemiz mi alışveriş merkezlerimiz? Yoksa süper gerikalmışlığımızın mı?
Bizim çocuklarımız hafta sonlarını alışveriş merkezlerinde geçiriyor, park yok! Derme çatma iki plastik kaydıraktan ibaret park dediğimiz. Onda da kıyasıya savaş var. Ağaçları tanımıyor çocuklar, doğayla hasbihal etmeyi bilmiyorlar, oğlum ilk kez çimlere oturduğunda korkmuş ağlamıştı mesela, çocuklar eğlensin diye jetonlu aptal mekanik aletlere oturtuyoruz,oyunçakcılardan eve plastik üzerine plastik taşıyoruz, tatminsiz ve küçücük yaşında almaya hastalık derecesinde düşkün nesiller yetiştiriyoruz ve Avrupa’nın en büyük, en iyi, en harika alışveriş merkezi bizde diye övünüyoruz. Üstelik yetmiyor, yıkıyor, biçiyor, kesiyor yenilerini inşa ediyoruz.
Selimiye’deki bina eşimin  anneannesinden kalmaydı. Anneanne sürekli yakınırdı, beni kandırdılar, evi müteahhide verdiler ve bitirdiler diye. Alt katta küçücük, karanlık odalı bir daireye mahkum kalmıştı. Binanın arkasında devasa bir bahçe vardı, onun durmasının sebebiyse atıl olmasıydı yoksa o da acımasızca katledilirdi. Bahçede zamanında türlü ağaçlar vardı. Giderek azaldılar. En son birkaç çam ağacı kalmıştı. Biri bizim nikah fidanımızın ağacıydı. Binada iki öğretmen vardı; biri bir müzisyenin karısı, biri de doktorun. Binanın işleri ile onlar ilgilenirdi. Cahil değiller değil mi; iki öğretmen. Evet o iki öğretmen kafa kafaya verip, sinek yapıyor diye tüm ağaçları kesmişler birgün. Öylece, sormadan kimseye, hak düşünmeden, iki ÖĞ-RET-MEN! Çocuklarımızı teslim ettiğimiz, modern kafa gözüken öğretmenler. Bahçe çöl gibi olmuştu ve sanırım memnunlardı. Hiçbirşeye çemkirmeyen ben bu olaya çok içerlemiş ve çemkirmiştim, ama çemkirsem ne yazardı?!
Düşünmediler; ağacın hakkını, insanın hakkını, çocuklarımızın hakkını! Ve dahi kendi çocuklarını. Aynen şimdiki gibi. Kendini yetkin sanan birileri, bırakın o ağaçların hakkını, bırakın insanların hakkını, çocuklarımızın hakkını dahi düşünmüyorlar.
“Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da, kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse bırakmasın, muhakkak onu diksin.”
Böyle diyor canım peygamberim, peki biz ne yaptık?

Hiç yorum yok: