31 Ekim 2012 Çarşamba

İskoçya’da Korku Filmi Yaşamak



by Deli Anne on 31/10/2012
Korku filmlerinden hiç hazzetmem ben. Hatta bırakın korku filmlerini gerilim filmlerini bile izleyemem. Bedensel olarak on kaplan gücünde olan; ayaklarının üstünden iki-üç kez araba geçmesine rağmen bir adım geri çekilmeye dahi gerek duymayan, her türlü taşıma, kaldırma işinde bir erkeğin bile imtina edeceği işlere kalkışan, kadınsılıktan yoksun ben, söz konusu korku olunca ürkek bir tavşana dönüşürüm hemen. Bu yüzden bir gerilim filminin basit bir anı ile gözgöze gelmek bile büyük bir tehlike arz eder benim için. Bu yüzden doğrasalar korku filmi izlemeye evet demem. Hatta Terminatör serisini bile izlemem. Şuursuzca izlediklerimden yeterince etkilendim zaten.
Üstelik hiçbir yaratıcı ve faydalı işte ortaya çıkmayan hayalgücüm, böylesi uyduruk bir film sahnesinden, onlarca korkunç sahne üretecek denli hızlı ve başarılı çıkar birden. Aklıma bir kez korku girmeye görsün, içime korkunun bir katresi düşmeye görsün büyütür de büyütürüm o korkuyu el bebek gül bebek, böylece giderek tüm hücrelerime nüfuz eder korku, ki  nihayetinde kaskatı kesilir bedenim, yerinden kımıldayamayacak hale gelirim.
İşte böylesi bir gece geçirdim ben İskoçya’da. Hem de bayram akşamında.
.
İ. o gün bir günlüğüne şehir dışına gitmişti. Daha önce de defalarca iş gezisine gitmişti. Hatta 4 dörtlüğüne Londra’ya gittiği de olmuştu. O yüzden bir tehlike yoktu benim için, bu konuda deneyimliydim. İçimde korku emareleri de yoktu üstelik.
Saat 8 gibi çocukları aşağıdan toparladım, kapıları kapattım, çocukları aldım, ışıkları kapatıp yukarı çıktım. İçimde korku emareleri yoktu ama bir kez yukarı çıktım mı, bir daha aşağıya inmeye de cesaretim olmayacağından bir sürahi suyu yanıma almıştım. Çıktık, neşeliydik, derken kapının üstünde yer alan, posta cebinin (mektupların dışarıdan içeriye atılması için) sesini işittim. Önce olağan geldi ancak sonra düşündüm; bu saat posta saati değildi, bazen mahalledeki çocuklar Selim’i çağırmak için de oraya vuruyorlardı lakin bu saat onların saati de değildi. Büyütmedim, bir şekilde yanlış duyduğuma kendimi ikna ettim. Çocuklar uyku hazırlığına girişti. Dişler fırçalandı, el yüz yıkandı, pijamalar giyindi. Biraz oynadılar sakince. Sonra kavgaya giriştiler. Kerim çıldırdı bir ara. Ben de çok fazla kızdım ona. Sonra yatıştık, kitaplar okundu defalarca. Gene bir ses duydum, kapıya dair. Gene büyütmedim. Selim’i yatağında bıraktım, odasından çıktım. Kerim’i de uyutmak için yanıma aldım. Ve aniden çok yakınımdan birşeylerin düşme sesini duydum. Ses gayet yakın ve güçlüydü. Öyle ki Selim yaptı sandım.
-Selim, iyi misin, dedim.
-Anne, ben birşey yapmadım ki, dedi Selim.
Ve ben Tlink! oldum. İçim buz kesti, tüm sinirlerim dikildi, dondum kaldım. Çaktırmamaya çalıştım; a-aaa öyle mi, yan odadan birşey düştü herhalde, kitaplar falandır, önemli değil boşver, dedim. Boşverdi ve uyudu Selim. Lakin ben hiç boşveremedim. Kerim’i yatağına götürdüm ve titreye titreye üst katta düşen birşeyler aramaya giriştim. Banyoya gittim, hiçbir sorun yoktu. Selim’in odasında sorun yoktu. Çalışma odasına gittim, kitapları yokladım, sorun yoktu. Üstüste yığdığım kurumuş çamaşırlarım vardı, belki onlar düşmüştür diyerek ümitle bakındım, hayır ne yazık ki pek muntazam duruyorlardı. Yüklük gibi bir yer vardı, oraya baktım, orası biraz karmaşıktı ya ümitliydim orada düşen birşey bulacaktım, lakin yoktu, hiçbirşey yoktu, değil düşen kayan birşey dahi bulamıyordum ve bulamadıkça korkudan bayılacak gibi oluyordum. Kızıyordum bir yandan neden bu evde herşey bugün bunca nizami duruyordu, neden yamuk bir eşya bulamıyordum?
Korkarak yaptığım bu araştırmadan sonra korkum fazlasıyla katmerlendi. Sürekli dualar okumaya başladım. En çok da Ayetel Kürsi okuyordum. Okuyor, okuyor boyuna okuyor ve çocuklara, kendime üflüyordum. Lakin bir türlü sakinleşemiyordum. Merdivenler kabusum olmuştu. Aşağısı zifiri karanlıktı ve ben o tarafa bakmaya dahi korkuyordum. Kaskatı kesilmişti korkudan bedenim. Dayanamadım,  İ. yi aradım. Sesim titriyordu, çok korkuyorum, dedim. İ. önce hafife aldı. Ama benim buna tahammülüm yoktu. Çok ciddiydim, korkuyordum. Ve o sesleri uydurmuyordum, zira kanlı canlı yanıbaşımda o sesleri duymuştum. İ. beni yatıştırmaya uğraştı. Bu sırada önce Twitter’a sonra Nurturia’ya yazdım. Uyanık birilerinden fikir almak istiyordum: Sesler duyuyorum, çok korkuyorum, polisi arasam beni ayıplarlar mı, diye sordum. Sağolsun uyanık nice arkadaşım sakinleştirmeye uğraştı beni, kimi hiç durma ara dedi, birçok fikirler verildi.
Ben hala kararsızdım; yan komşumuz Peter’ı aramak istedim, çünkü tek istediğim birinin ben alt katı gezerken benimle olmasıydı. Ancak saat 11 olmuştu ve bir tehlike olsa o adamcağınızı o tehlikeye atmak asla makul görünmüyordu. Selim’le Kerim’in odasına gittim. Pencereleri sokağa bakıyordu. Camı açtım, sokaktan birini görsem imdat isteyecektim nerdeyse. Lakin kimse görünmüyordu. Ah diyordum, burası Wallace’in memleketi, biri bir cengaverlik eder de kurtarır beni. Lakin ilk kez burada kimsenin kimsenin evine, penceresine bakmadığına içerledim. Penceresi açık evler vardı, içinde uyanık insanlar da vardı, misalen karşıdaki İrlandalı komşularımızı görüyordum ama onlar asla bizim tarafa bakmıyordu.
Bu sırada Twitter üzerinden konuşmalara devam ediyordum. Elimde telefon, pencereden sarkmış yazışıyordum. Bir yandan da İ. ile konuşuyordum. Aklıma blog vasıtasıyla tanıştığımız Türk arkadaşlarımız geldi. Şehrin merkezinde oturuyorlardı, onlarla güzel bir samimiyetimiz de vardı, lakin hadi atlayın gelin demek hele ki bu saatte olmuyordu. Çok istesem de arayamıyordum. Geriye tek çare olarak polis şıkkı kalıyordu. Lakin bu heyecan, bu korku üstüne İngilizce gerilimi beni gerim gerim geriyordu. Derdimi kim bilir nasıl anlatacaktım? Düşüne düşüne neredeyse on kaplan gücüne erişip merdivenlere atılacak ve evi kolaçan etmeye kalkışacaktım ki, yapamadım. Kafamda dönen binbir türlü korku dolu senaryoya yenildim, ya biri merdivenden çıkarsa elinde bıçakla, ya Çığlık filmi gibi olursa ya da Halka (fragmanlarını biliyorum çoğunun aslında), vesaire derken o gecenin böyle bitemeyeceğine kendimi ikna ettim ve telefonu ettim.
999 acil servis numarasını çevirdim. Sandım ki burası direkt polisin numarası, değilmiş genel bir acil servis numarasıymış. Karşımdaki fire or police, mi diye soruyor ama ben mümkün değil bu basit cümleyi dahi anlamıyordum. Korkuyorum, polis gibi şeyler zırvalıyordum. En sonunda karşımdaki anladı, birşeyler sordu, biraz daha toparlandım, ev adresimi verdim. Ve onlara kendimi tam ifade edemeyeceğimi anlattım. Beklemeye aldılar beni, uzunca süre, çok uzunca süre. Belki de bana onca uzun geldi bu süre bilmiyorum, emin değilim, bir ara telefon kesildi, yeniden aradılar, gene bekledim ve alo diyen bir başka bayan sesi geldi. Telekonferansa aldılar beni. Türkçe konuşan bir tercümanla. O arada ne dedim Allah bilir. Muhtemeldir ki en az İngilizce cebelleşmem kadar geveledim. Korkuyorum, evimde sesler var, çocuklarım var, korkuyorum, sesler çok yakından geldi, hatta çocuğum yan odadan birşey düşürdü sandım dedim, kapı sesi dedim, bir ara azıcık makulleştim; yani belki de ben abartıyorum bilmiyorum ama çok korkuyorum, dedim. Tamam dedi polis, ekip gönderiyoruz. Oh, yüreğime sular serpildi.
Pencerede öylece beklerken rahatladım bir nebze ama beri yandan da düşünüyordum. Polisler gelecek iyi güzel, evi gezecekler, be hey dangol kadın galoş versen kafana geçirirler, bütün evde ayakkabıyla dolanacaklar, ne edeceksin ya beyhude yere çağırmışsan, diyordum. Ama sanırım öyle çok korkmuşum ki buna pek aldırmıyordum.
Dakikalar geçti, geçti, geçti. Gelen giden yoktu. Tamam dedim posta kodunu yanlış vermiş olmalıyım. Bekledim, bekledim, bekledim. Kimseler yoktu. Sessiz sokakta sadece uzaktan geçen hızlı trenin sesi duyuluyordu. Bizim sokağa tek araba girmiyordu. Derken bir araba yaklaştı, polis arabası değildi, sivillerdi, ancak çok yakına geldiklerinde gördüm ki polis ekibiydi. Onları görünce Twitter’a aynen şunu yazdım: Geliyor yiğidolarım, Yaradanlarına kurban olduklarım.
Merdivenleri üçer beşer indim, sanırsınız ben bir Hülya Koçyiğit’tim ve romantik bir Yeşilçam filminde yeni yetme bir aşkta, sevgiliye koşuyordum. Kapıyı açtım, geldiler, biri tertemiz yüzlü gencecik bir erkek bir diğeri daha olgun yaşlarında güzel bir kadın. Önce onları buraya getirttiğim için özür diledim, çok korkuyordum, dedim. Sakinleştirmeye çalıştılar beni. Önce dinlediler anlatıklarımı. Artık ne kadar anlatabilirsem, tıkandığım yerlerde o seslerin aynılarını çıkarmaya uğraşıyor, kapının posta cebine vuruyor, her türlü maskaralığı yapıyordum.
Bütün evi gezdiler. Gömme dolapları dahi taradılar. Bahçeye çıktılar. Sonra yan komşuya soralım ses duymuş mu, dediler ve evet bunca kaçındığım Peter’a gittiler. Utancımdan ölecek gibi oldum ama korkum utancıma ağır basmıştı yapacak birşeyim yoktu.
Polisler geri geldi. Peter’ların ses duymadığını ve etrafta bir tehlikeye rastlamadıklarını, şimdi evden ayrılacaklarını ama evin etrafında olacaklarını, herhangi bir aksilikte gene arama yapmamı, ama bunun dışında iyi olmamı salık verdiler. Özellikle kadın polis çok daha iyi bağlantı kuruyordu. Artık rahat mısınız, sorun yok, mutlu musunuz, uyuyabilecek misiniz, diyordu. Umarım dedim ve vedalaştık.
Rahatlamıştım. Hatta öyle bir rahatlamıştım ki, bahçeden getirdikleri çamurlara bulanan halılarıma bile aldırmamıştım, yarın sabah silerim oh la la, dedim ve bir kaç kez daha çocukları okuyup üfledim, yatağıma geçtim. Tabii ki ışıkları söndürmedim. O kadar da rahat değildim. Dizlerimde derman yoktu, titriyorlardı ve ben öylece uyumuşum. Gece Kerim uyandı, yanıma geldi ne nerede olduğumu, ne nasıl olduğumu hiç anlamadım. Sabah oldu, hayr oldu! Şükürler olsun geceyi atlattım.
Selim’i okula bıraktım. Hala sersem gibiydim. Dönerken bir de ne göreyim Peter ve karısı arabaya biniyor ve bana bakıyorlardı. İyi misin, dedi Peter. İyiyim ama özür dilerim sizi de rahatsız ettiler nevinden cümleler geveledim. Eşi hiç sorun değil, o sırada hala uyanıktık dedi. Ve ben o utançla eve girdim.
Düşündüm, Selim’in korkularını yeterince ciddiye almadığımdan ve o gece Kerim’e çok sert çıkıştığımdan sanırım bu olaya maruz kalmıştım. Bu geceyi atlatmıştım ama İ. gene gidecek ve ben gene yalnız kalacaktım. Gelecek günler adına korkuyordum. Üstelik korkuyu büyütme zamanlarımdaydım. Üstelik işin realitesine bakacak olursak, o seslerin membaını da bulamamıştım.
.
Bugün de burada Cadılar Bayramı. Tam bir örümcek ve yarasa sever Selim için bulunmaz nimet. Öyle heyecanlandı ki sırf bu sebeplerden. Üstelik berbat da olsa kostümlere de düşkün. Bu balkabağını da kendi tasarladı. Buralara azıcık intiba göstersin, hep sıkıntı değil keyif de yaşasın diye kırmadım ricasını. Balkabağının arkasına da kendi istediğim birşeyi çizdim. Onu da sonraya sakladım:)

Hiç yorum yok: