17 Ekim 2012 Çarşamba

İngiltere’de Okul Sancısı



Çok sancılı bir dönemden geçiyoruz. Gene içim alev alev, gene yüreğim kuş gibi titrek. Gene okul mevzusu ve gene Selim’in direnci ve doğal olan uyumsuzluğu. Ama bu kez diğerlerinden daha harlı yüreğim, bu kez diğerleri gibi değil. Zira bu kez hiç bilmediğimiz bir ülkedeyiz. Hiç dil bilmeyen bir çocuk ve biz. Kolay olmayacak biliyordum, açıkçası gözüm de korkuyordu ama kendime hep iyiyi ve güzeli telkin ediyordum.
Çok iyi bildiğim ama bir daha karşıma çıkmaz diye beklemediğim ve hiç aklıma getirmediğim yerden geldi soru. Selim’in dil sorunu vardı bu çok aşikardı ancak öve öve bitirilemeyen bir İngiliz (hatta daha da iyi olduğu söylenen İskoç okulu, hatta bu okullar içinde çok iyi bir yer edinen ilkokulumuz) okulunda ters köşeye yatmayı beklemiyordum/beklemiyorduk. Üstelik herşey çok iyi gidiyor zannederken; Selim güle oynaya okuluna giderken, her gün okuldan -bugün okul çok iyiydi- diye gülerek çıkarken, hem İngilizcesi hem de sınıfı bizce iyi giderken, öğretmenine büyük aşk besliyorken, okulda onunla özel bir İngilizce öğretmeni ilgileniyorken, öğretmeni Türkçe-İngilizce kitaplar dahi bulup buluşturacak denli ilgileniyorken, -üzerinde yeterince baskı var bu yüzden onu başkaca bir aktiviteye sokup yormayalım- diyecek kadar merhametli ve ilgili bir öğretmeni varken, okulda Selim’e yardımcı olsun diye üst sınıflardan (9. sınıf) bir çocuğu abisi (Body) niyetiyle yanında tutuyor ve her türlü işinde yardımcı olması amaçlanıyorken ve haliyle biz de herzamanki saftirik gözlüklerimizi takmış ve alabildiğine rehavete kapılmışken patladı balon. Hem ne patlayış! Patladığı günden beri darmadağınığım.
Aslında Selim’in alarmı uyandırmalıydı beni. Gene çok huysuz olmuştu, kesinlikle ama kesinlikle siz karşısında ortadan yarılsanız ve hatta ölseniz bile o dediğini yapıyor ve bizi asla ve kat’a dinlemiyordu. Kerim’i hırpalıyor, vuruyor, tartaklıyor, Kerim baş etmek için tek silahını kullanıyor; delice çığlıklar atıyor, evde her an bir kavga bir patlama oluyordu. Uyanamadım ama. Öyle yumuşak bir geçişi var ki bu işin, uyanıp da; a-aa neler oluyor diyemiyorum. Ki ben uyanık bir anne de değilim. Bu yüzden diyorum; ayakların yere basmasını gerektiriyor annelik diye. İçerliyorum kendime, neden zamanında yakalayamıyorum diye. Üstelik ilk kez değil; daha önce yaşadım benzerlerini hem de 2 kez. Bknz. Ehil Olmayan Annelik.
Öyle zor günlerdi ki, sabah gözlerini açtıkları anda kavga ve çığlık başlıyor ve gün bitip de uyudukları ana dek devam ediyordu. Onlar uyudukları anda ben peltem çıkmış biçimde uyuyakalıyordum olduğum yerde. Çoğu zaman sinir krizi geçiriyor, bazen karşılarında çaresizce ağlıyordum, ama değişen birşey olmuyordu. Bazen sıkı kurallar ve cezalar devreye giriyordu ama bu evdeki kaosun dozunu daha da artırıyordu zira Selim cezaya uymamak için büyük direnç gösteriyor ve hatta kendini de bizi de paralıyordu. 2 kez kapıdan çıktı gitti, 2 kez babasına dahi vurdu, sizden nefret ediyorum dedi, hasılı çok kaotik bir haldi. İyi telkinler, güzel konuşmalar ise cevapsız kalıyordu. Başta anlıyormuş gibi görünse de olmuyordu düzelme olmuyordu. Bir gün yumuşak bir anında neden böyle davrandığını sorduğumda; ben de neden böyle yaptığımı bilmiyorum, çok üzgünüm, dedi. Öyle çaresizdi, çaresizdik.
Ve ben olayların sıcaklığından ve sıkıntının devamlı olmasından ve bu ortamdan hiç ayrılamadığımdan, şöyle bir adım geri çekilip başka tür bir gözle bakamadım halimize. Günler bu kaotik haliyle deveran ediyordu. Bir çözüm düşünmeyi dahi düşünemediğim zamanlar oldu. Öyle katlanıp o günlerin içinde rulo gibi debeleniyorduk. Bir ara çocukları patakladığım bile oldu :(  Bir ara da nefes alamaz oldum, sanırım panik ataktı.
Derken bir gün Selim birşeyden bahsetti. Nasıl geçti okul, sorusunun üzerine -güzeldi- dediği bir gündü bugün üstelik. Anne, şu John, hani bana yardımcı olan büyük çocuk, ona birşey oldu, artık onunla anlaşmıyoruz, dedi. Neden dedim, bilmem değişti biraz, dedi. Nasıl değişti dedim, eskiden iyiydi, benimle ilgileniyordu, benimle maç yapıyor oynuyordu ama artık oynamıyor ve herşeyime no, no, no diyor, dedi. Bir de sürekli -tellin teacher- diyor ve beni tehdit edip duruyor, dedi. Neden öyle diyor sence dedim, ya da o sırada sen ne yapıyor oluyorsun dedim, mesela ders arasında kendimce oyunlar oynuyorum, gidip taşları diziyorum, geliyor no, no, no diyor. Ben de aldırmayınca -tellin teacher- diyor dedi. Öğretmen de bana kızıyor, dedi. Ben kendimi anlatamadığım için öğretmenler onları dinliyor ve onları haklı buluyor, dedi. Zaten sınıfta herkes tellin teacher, diyerek beni tehdit ediyor, dedi. Öğretmenin kızmasına üzüldüğümü anlamışlar ve bunu hep yapıyorlar  ama  en çok John yapıyo bunu dedi.
Mesela bugün gene kendimce oyun kuruyordum, tek başıma, gittim taşları dizdim. John da geldi gene no, dedi. Ben aldırmadım. O da taşlarımı tekmeledi. Yani öyle çok sıkılıyorum ki ondan. Bir türlü kurtulamıyorum ondan. Gidiyorum okulda büyük çocukların giremediği bir yere giriyorum ondan kurtulmak için, ama bir bakıyorum gene gelmiş, sanırım Dino izlerimi takip ederek buluyor beni (ah saftiriğim, ayakkabılarının altında Dinozor baskısı var, onu anlatıyor) hemen geliyor arkadaşları da oluyor ve ben çıkmayayım diye çıkışı kapatıyorlar. Yani ne yapsam nereye gitsem kurtulamıyorum ondan. Görünmez olmak istiyorum bazen, John beni göremesin istiyorum, dedi.
Beynimden vurulmuşa döndüm bu cümlelerle. Hani uyuduruyor desem bunca uyduramaz biliyorum. Dino izleri hayaldir ona birşey demiyorum ama çıkışı kapatmaları, görünmez olmayı dilemesi gerçekti. İçim sızladı, kayadan ağır bir kütle yüreğime oturdu, gözlerim ıslandı, boğazım düğümlendi, konuşmam gerekti ama konuşamadım, yutkundum, yutkundum, sustum. Bir parça kendime gelince biraz daha konuşturdum ve bunu babasıyla konuşacağımı, bu sorunu inşallah halledeceğimizi, öğretmenleriyle görüşeceğimizi ve rahat olmasını söyledim. Söyledim söylemesine de içime yerleşen o alevle bir türlü baş edemedim. Çocukların ihtiyaçları ile ilgilenirken aklım yerinde değildi, sorularını cevaplarken kim bilir neler dedim.
Akşam İ. geldi. Selim’den bir kez daha dinledik benzer cümleleri. Selim uyudu. İ. ile boğazımız düğüm düğüm kendimizi yedik. İ. 2 sayfalık bir not yazdı öğretmene ve görüşmek istediğini söyledi. Sabah derhal aramış okulun müdüresi İ. yi. Hem bu olayı hem de Selim’in genel halini konuşmak istediklerini söylemiş.
İ. Selim’i de alıp görüşmeye gitti. Ben Kerim’le dışarıda bekledim. Zaten müdahale edecek, hele ki dert anlatacak kadar konuşacak denli bir İngilizcem olmadığından çekinik kalmayı yeğledim. Geldiklerinde konuştuk. Maalesef şöyle bir hata yaptık. İ benle konuşulanları başbaşa konuşmadan Selim de yanımızdayken konuştuk. Dolayısıyla sakince düşünüp Selim’e birlikte ve uygun şekilde anlatma becerisini gösteremedik. Neyse!
Olay bildiğimizden çok daha kötüymüş. John değil adı Josh olan bu çocuk Selim’e abilik yapıyormuş sözümona. Ama çocuğa paye verince kendini de şaşabiliyormuş işte. Şaşmış Josh da. Selim’in bahsettiği olay dün olmuş. Yani aslında olayı tam gününde anlatmış. Selim okulun dolaplarından birine girmiş. (ki sabah bana yerini göstermişti, bahçede oyun alet edevatlarının olduğu bir dolap) Josh da çık demiş. Selim çıkmamış. Josh öğretmeni haberdar etmeliyken olayı uzatmış. Selim inatlaşmış. Ve olay uzamış. Josh da yaka paça Selim’i oradan çıkarmış. Hatta bahçede herkesin gözü önünde onu bir müddet böyle çekiştirerek tutmuş. Müdüre olayı görmüş ve derhal müdahale etmiş. (Yani müdürenin anlattığı bu) Ardından Josh’a bundan böyle Selim’in yanına yaklaşmaması söylenmiş ve birinci sınıfların oyun alanına girmesi yasaklanmış.
Olay sırasında Selim gene mi oraya girmiş, yoksa iki farklı olay mı artık bilmiyorum, emin de olamıyorum. Müdüre çık demiş Selim’e. Selim çıkmamış. O da sorgulamış; bu çocuk anlamıyor da mı çıkmıyor, yoksa anlıyor da inat mı ediyor? İlkiyse sorun yokmuş ama ikinciyse sözkonusu olan vah vahmış.
Ve sıralamaya başlamış Müdüre bundan sonra İ. ye: Selim çok haylazmış, sınıftaki en sivri ve en yaramaz çocukmuş. Arkadaşlarının birşeyi düştüğünde durmak bilmeyen bir gülme krizine tutuluyormuş (bunu daha önce de duymuştum, sapıttığı zamanlarda bunu hep yapar) ve çocuklar kendilerini çok kötü hissediyormuş zira büyük bir hata yaptıklarını düşünüp burkuluyorlarmış. Yanısıra uyarıları dinlemiyormuş, dinlese de dinlemiyormuş. Şöyle ki; diyelim masaya vuruyormuş, öğretmeni yapmamasını arkadaşlarının rahatsız olduğunu söylüyormuş,  Selim duruyormuş, sözde öğretmenini dinliyormuş ama hemen ardından ayağıyla zemine vuruyormuş, yani aslında dinlemiyormuş. Arkadaşlarına müdahale ediyormuş. Buralarda pek önemli olan -Personal Space- uzak durma mesafesi, kişisel alana girmeme ve dokunmama kısmını uygulayamıyor Selim. Akdeniz insanı sıcaklığı ile yapışıyor çocuklara, ne kadar tembihlesek de. Bir de İngilizce öğretmenini öpmüş ki bu çok fenaymış. Sadece evde böyle birşey yapacağını tembihlemek gerekiyormuş. (Bunda hemfikirim, lakin bizde sokakta yabancılar dönüp çocukları öpmez mi, nasıl ayırd etsin bu çocuk hemencecik) Bunların yanında elinde kırmızı bir kart vardı İ. nin, bundan böyle Selim’e ikaz bir kere yapılacakmış, şayet ikazı dikkate almazsa kırmızı kart gösterilecekmiş ve defterine işlenecekmiş, gene dikkate almazsa kart eve gönderilecekmiş, gene dinlemezse kayıtlarına işlenecekmiş vesaire. Ben dinledim dinledim, içim şişerek ve fenalıklar geçirerek.
Sonra birden ah dedim. İ. ye neden bunları ilk önce bana anlatmadığı için çemkirdim, giderek bu sistemin aptallığını farkettim ve daha çok öfkelendim ve Müdüreye bilendim. Ve pek övülen İngiliz Eğitim sistemi buysa üstü kalsın istemem dedim. Neden mi, söyleyeyim:
.
1. Bunca çocuk psikolojisini dikkate alan Batılı eğitim anlayışı, bütün okulun gözü önünde adeta tartaklanarak bahçede çekilen bir birinci sınıf çocuğunu, hem dil bilmez hem kurallarını bilmez bir çocuğu saklandığı yerden çıkmadığında nasıl olur da itaatsizlikle suçlar. Anlamıyorsa bu başka, ama anlıyor da çıkmıyorsa ne demektir. Nasıl olur bu eğitimci kadın bu çocuğun onurunun kırılmasını, korkmasını, belki utanmasını bir diğer seçenek olarak görmez. Belki sadece korkusundan çıkmadı. Yahut utandı. İlla inatlaşmak mı demeli?
2. Ehil Olmayan Annelik yazımda, iş bilmez anaokulundaki öğretmenden en çok şundan dolayı dert yandım. Ben ona bir problemden bahsettim o bunu direkt bir saldırı olarak algıladı ve derhal suçlamalara başladı. Bu yolla -bizden yana herşey harika, oğlunuz anormal- diyerek suçu üstünden atmaya yanaştı. Şimdi geliyorum İngiltere’ye aynı tavır. Biz bir problemden bahsediyoruz, ki şikayet bile değil, Müdüre sanki ona saldırmışız gibi bir tomar anormallik sıralayıp koyuyor önümüze. Konumuz neydi unutalım istiyorlar böylece herhalde. Ha Doğancılardaki anaokul, Ha İngiltere’deki ilkokul! Bence tavır olarak hiçbir fark yok!
3. Aynı o anaokulundaki gibi, biz birşey demesek gıkları çıkmıyor. Bu şekilde biz de sanıyoruz ki herşey çok iyi gidiyor. Ama ne zamanki bir problemden bahsediyoruz bir de bakıyoruz ki ohoo, meğerse ortalık savaş alanı. Madem bunca kritik ve çok ciddi sorunları vardı Selim’in, neden bugüne dek beklediniz, demez mi insan şimdi? Üstelik veli toplantısı da oldu. Kimsenin sesi çıkmadı! İ. zorla ağızlarından laf aldı.
4. Bu çok, çok önemli benim için: Ben eğitimci değilim ama bunu düşünebiliyorum, bir eğitimci nasıl düşünmez bunu bilmiyorum. BU ÇOCUK YAŞADIĞI BİR PROBLEMDEN BAHSETMİŞ, GELİP AİLESİNE ANLATMIŞ RAHATSIZLIĞINI, AİLE DE DURUMA EL KOYMUŞ VE ÖĞRETMENLERİ İLE GÖRÜŞMÜŞ VE SONUÇ NE OLMUŞ: ÇOCUĞA KIRMIZI KARTLAR ÇIKMIŞ, CEZA UYARILARI YAĞMIŞ! DEMEK Kİ NE DİYOR BU SİSTEM: AMAN HA ÇOCUĞUM, SAKIN DERDİNİ ANLATMA, ANLATIRSAN HAKLI DA OLSAN CEZAYI ALIRSIN, HEM DE TONLA! O yüzden iyiliğin için susmalısın! Sineye çekmelisin her halükarda. E hani haklar vardı, kanunlar vardı. Bu ülkede kimse kimseye sataşamazdı, hani Personal Space’iniz vardı, dokunmak yoktu hele ki tartaklamak, o zaman Josh ne oluyordu?
İşte bu beni çok rahatsız etti. Selim’e olayların karıştığını ve bağımsız olduklarını açıkladık, o da anladı esasında ama anlamayabilirdi. Bu nasıl bir densizliktir ben bilemedim.
5. Kurallar işletilmeli, disiplin sağlanmalı tamam ama bunların tolere edileceği, esnetilebileceği gerçeği var bir de. Neyse!
.
Ertesi gün okula gitti Selim. Çıkışta almaya gittim. İ. evden çalışıyordu ve Kerim uyuyordu. Selim’le gezmeye çıktık, yürüdük. Okul güzeldi, Josh yanıma bile yaklaşmadı, rahattım dedi. Ne denli yumuşak olsam dinlemiyordu beni gene. Çamurları yüzüne dek sıçratıyor, yerlerde emekliyor, tiz tiz çığlıklar atıyor yani bizim akıllı Selim tümden akılsız biri davranıyordu. Evet kesinlikle bir problemi vardı. Tam eve girecekken anne biliyor musun aslında okulda üzücü birşeyler oldu dedi. Nedir dedim, mahallede onun okuluna giden tek bir çocuk var ve maalesef o da mahalledeki tem uyumsuz ve sinir bozucu bir çocuk. İşte o çocuk sataşmış Selim’e. Yanlarından ayrılsaydın keşke dedim. Yanıma geldiler, bir türlü kurtulamadım onlardan. Sınıfa kaçtım oraya bile geldiler. Ben vurmadım onlara, sadece kurtulmak için ittim. Hatta bir ara etrafımı sardılar ve kulağımın dibinde çığlıklar attılar. Ben de kulağıma elimi götürürken çocuğun yüzüne bile geldi. O kadar yakınımdaydı yani. Sonra birbirimizi iteklerken öğretmen bizi gördü ve kırmızı kart verdi, dedi. Hayde, dedim. İ. hemen okula gitti, zaten dünden biriken şeyler de vardı.
Bir süre sonra elinde gülen yüzlü turuncu bir kartla geldi İ. Bugünkü olay şuymuş: Gene Müdüre Selim’i sınıfta görmüş, herkes dışardayken o içerde tek başına kaloriferi tekmeliyormuş (Sanırım o sıra çocuklardan kaçıyormuş) Müdüre yapmamasını ve dışarı çıkmasını söylemiş. Çıkmış Selim. Ve kapışmışlar. Müdüre de olayı görmediği için her iki tarafa da kırmızı kart göstermiş.
İ. içimizde kalanları  anlatmış. Tutumunuzu doğru bulmadım, oğlum bize bir sorununu anlattı biz de sizinle konuşmaya ve çözümlemeye geldik ama siz bizi kucağımıza koyduğunuz bir tomar problemle gönderdiniz. Sizce bu durumda bu çocuk bir daha problemini anlatmak ister mi? Ki kolay anlatmıyor başına gelenleri. Haklısınız demiş müdüre, ben böyle düşünemedim. Bravo! Eğitimci olan biziz!
Ama zaten uzun zamandır bizimle görüşmek istemişmiş de, şimdi hazır karşılaşmışken dökmüş içindekileri. Harika bir işleyiş. Bu kadar ciddi sorunlar varken neden bizi haberdar etmediniz, biz sizden bir bilgi gelmeyince herşey yolunda zannediyorduk oysa şimdi onlarca sorundan bahsettiniz demiş. Bla bla bla.
İkincisi, Selim Türkiye’de Üstün Potansiyelliler sınıfındaydı. Yaşıtlarından genellikle ilerdedir. Şimdi kendinden küçüklerle aynı sınıfta ve İngilizce dışında anlatılanların hepsini bildiğinden sıkılıyor muhtemelen ve sapıtmasının en büyük kaynağı bence bu demiş İ. Sizin verdiğiniz ödevlerin sorusunu bile okumaya gerek duymadan kendi kendine yapıyor demiş. Ben sizin için o raporları edineyim belki siz de farklı bir değerlendirme yapabilir ve uygun yaklaşımda bulunabilirsiniz demiş. Müdüre çok sevinmiş. Tabii tabii demiş.
.
Ben sapıtmasının iki nedeni olduğunu düşünüyorum: Kültür sorunu var tamam. Yabancı bir ortama ayak uyduramama sorunu da tamam. Ama en baş sorun kendini ifade etmeyi ve konuşmayı pek çok seven bu çocuk kendini anlatamadığından çıldırıyor bu bir! İkincisi etrafındaki çocuklar Selim’e göre bebek gibi. Öyle küçükler var ki boyları Kerim gibi. Halleri de. Selim mahallede 3. sınıfa giden bir çocuk var en çok anlaşıyor mesela. 2. sınıfa giden bir çocukla da ha keza. Sanırım dili söker sökmez üst sınıflara alınması gerek. Sıkılıyor ve kesinlikle sapıtıyor, bundan eminim! Evde de öyledir çünkü, bir saniye sıkılsın direkt saçmalar.
.
Selim’i Üstün Potansiyelliler sınıfına almak istediklerinde (tabii yapılan profesyonel değerlendirmeler ve testler sonucunda oldu bu) ben de, İ. de karşı çıktık. Genelden kopuk olmasın, üzerine çok fazla ders yığılmasın, bunun baskısı olmasın istedik. Ama oradaki Eğitim Müdürü beni şöyle ikna etti. Ki onun oğlu da öyleymiş, işin içinde olan bir anneydi. Bu çocukların bilgi açlığı çok fazla. Şayet o bilgi sağlıklı şeylerle doldurulmazsa, önlerine ilk gelenle dolduruyorlar zihinlerini adeta. Küçükken basit şeyler oluyor; televizyonla dolduruyorlar mesela ama giderek daha tehlikeli ve sapkın ya da boş şeylere yönelebiliyorlar. Kötü arkadaşlar vesaire edinebiliyorlar, kötü alışkanlıklar. Gözümün önüne böylesi tipler geldiğinde tamam demiştim ben. Çok zeki ama perişan olmuş ve harcanmış tipler. Ve Selim’in en mutlu olduğu dönem o sınıfta olduğu dönemdi işte. Oysa baksan sabahtan akşama dek öyle yoğun bir programın içindeydiler ki. Sürekli ve sıkı bir programdı gördükleri. Elbette keyifliydi yaptıkları aktiviteler ama boş vakit neredeyse yoktu. Ve Selim aksine çok mutluydu. Çünkü doyuruluyordu. Bunu yaşadım. Bir ara hep ders, hep ders dediği de oldu ama okula hep keyifle gittiği de doğruydu. Neyse bunu yazmam gerek ayrıca. Şimdi yetmemiş kendinden küçüklerle tek tek çizgi, harf, sayı öğrenince bunaldı haliyle. Ve her zaman olduğu gibi sıkıldığı an zırvaladı, saçmaladı. Sıkıldığı zaman Selim’i görseniz kesinlikle bu çocuk akıllı demezsiniz, görüp göreceğiniz en aptal çocuk gibi davranır. Hatta kaçmak istersiniz. Diyorum ya  çamurda emeklediği bile oldu.
Şimdi 10 günlük bir tatilin içindeyiz. İçimiz yanarken ve Selim bazen bizi çıldırtıyorken dahi belki de ömrümde ilk kez sahte de olsa gülüyorum Selim’e, yumuşak konuşmaya çalışıyorum. İ. Selim’le daha çok vakit geçiriyor, ben birşeyler yapmaya çalışıyorum. Selim epeyce yumuşadı bu yaklaşımla. Ama kırılganlığı ve hassaslığı had safhada. Sokağı ve çocukları çok sevmesine rağmen, sataşan o çocuk vardır diye, arkadaşları gün boyu kapıya gelmesine rağmen çıkmadı sokağa. Neden çıkmıyorsun dediğimde, bilmem belki sonra çıkarım dedi durdu akşama dek. Çocuklar, geliyor musun, dediklerinde her seferinde -i dont know- dedi garibanım. Ertesi gün ise şunu dedi bana: yaaa gördün mü anne, bir tam gün o çocuk yüzünden sokağa çıkmadım. Ertesi gün çıktı, o çocuk gelince geri geldi. Bir sonraki gün o çocuk hiç yoktu, hemen hemen tüm gün sokakta kaldı. Dün o çocuk geldi, Selim suratını asıp geri geldi. Bir ara çocuk peşinden bizim eve doğru geldi. Ben de selam verip nasıl olduğunu sordum çocuğun; aa anne bu çocuk o pis çocuk dedi. Yani selam verme demeye çalıştı tahminim. Olsun Selim’cim ne olursa olsun selam verip, halini sorabiliriz, biz her şekilde bildiğimiz gibi davranmalıyız dedim. Ve farkettim ki o çocuk biraz diyalogla daha yumuşak bir havaya girdi. Ve Selim de birden hi David, how are you, dedi. Hoşuma gitti. Zaten nispeten daha iyi oldu halleri. (Bu arada çocuk Selim2den büyük ama cüsse olarak epeyce küçük)
.
.
Bu arada tatilin ilk gününde sokağa çıkmıştı Selim. Görmeliydiniz ya da görmeyiniz bence. Ben pencereden izledim, neler yapmadı ki. Diğer tüm çocuklar edeple koşturmaca vesaire oynarken, bizimki onlar gibi çevik değil hem de astımdan kaynaklanan zayıf ciğerle yolda kalıyor, öksürükler içinde, onlara yetişemiyor ve tümden sapıtıyor, ıslak yollara yatıyor, bebek taklidi ile sokağı çınlatıyor, çamurlara batıyor, çok acıklı bir manzaraydı hasılı. Yaptıklarına aldırmıyordum ama neden bu hale geldiğini düşününce çok acı çekiyordum. Böyledir Selim. Bir yerde problem olunca ağlamaz, zırlamaz diğer çocuklar gibi, bazı çocuklar vardır okuldan içeri girmez, yırtınır çıldırır, yapmaz Selim olgunlukla kabullenir yapacaklarını, bazen yapmasa keşke haberdar etse bizi derim, hem belki dikkate de alınır daha çok, girer ama böyle yansıtır işte içindekileri de..
.
.
Şimdi tatil bitip de okula dönme vakti gelince n’etmeli? Selim’in sınıf öğretmeni iyi biri. Selim sık sık -anne Miss Stoneman böyle bizim annemiz gibi, tatlı ve sıcak- diyor kendiliğinden mesela. Ve o kadının Selim’i tolere ettiğinden hiç şüphem yok. Ama Müdüre ı-ıh! Emin değilim onun ehilliğinden! Disiplini tutturacağım diye Ortaçağ sertliğini uyguluyor sanki. Her koşulda ilkin disiplin diyor gibi, zorla da olsa, bir şekilde onu birincil sıraya alıyor.
Elim yüreğimde bekliyorum şimdi ne olacak diye. Okul açıldığında gene aynı sorunlar olacak mı diye beklemek mi gerek, yoksa başka türden müdahaleler mi gerek bilmiyorum. Özellikle İngiltere için fikri olan varsa lütfen yazsın, ne yapmalıyız? Okul mu değiştirmeli, Selim İngilizce konusunda epeyce ilerledi ama üst sınıfa geçmeye yeterli değil, kaldı ki biz geçsin deyince de geçirmeyebilir Müdüre, ya da baskı mı yapmalı bilmiyorum. Fikri olan, tecrübesi olan ne olur bir fikir versin.
Bu yazıyı ikinci kez okuyamadan gönderiyorum, hataları boldur tahminim. Ama içim elvermiyor okumaya. Olaylar henüz taze ve sıcakken yazamadım, hem objektif olamam hem de dayanamam diye. O yüzden şimdi aklıma geldikçe ve elimden geldiğince objektif yazmaya çalıştım.
.
Bu da Selim’in dün çizdiği okul resmi. Birkaç gündür sürekli çok mutlu resimler çiziyordu. Okulunu da çöizer misin dedim. Hem sınıfını, hem de bahçeyi dedim. Soldaki sınıfı. Dörtlü grup halinde oluyorlar sınıfta. İkincisi de bahçe. Siyahla çizdiği için çok ürperdim, neden diye sordum, siyahı seviyorum dedi. Ki genelde siyahla çizer ama bana koyu geldi. İçinizde okuyup da anlayan varsa lütfen bakıp ne düşünüyor söylesin.
.
-Bugünlerde eğitim denen şeyin; beyinleri ezerek körleştirme ve safsata olduğuna dair inancım kabarıyor gene!-

Hiç yorum yok: