1 Ekim 2012 Pazartesi

Bitmedi Eşyalarla İmtihanım



Üniversiteyi kazandığımda İstanbul’a geldim. Önce bir öğrenci yurdunda, ardında o yurttan edindiğim dört kız arkadaşla tuttuğumuz evde kaldım. Evden çıktığımızda eşyalarımın hepsini dağıttım. Sonra gene eve çıktım ve yeniden eşya toparladım. Çalışmaya başladığım sıraydı, ilk kez evime yeni eşyalar aldım. Sonra yeniden evi de, ev arkadaşımı da değiştirdim ve gene eşyaları olduğu gibi bıraktım. Sonra bir başka arkadaşımın yanına taşındım, gene tüm eşyaları olduğu gibi bıraktım. Sonra İ. ile evlendik. İ. nin evindeki çoğu eşyayla eve devam ettik. Selim olmadan mobilyaları değiştirdik, yeni makinalar aldık, derken Moskova’ya gitmeya kalktık ve evi yenilenmiş eşyasıyla olduğu gibi kiracıya bıraktık.
Moskova’ya birkaç valizle gittik. Orada 2 sene kaldık. Hiçbirşey almıyor gibi görünsek de aslında alıyorduk. En başta da Selim’e yatak, kitaplar, oyuncaklar, mutfak aletleri, küçük ev aletleri ve ancak böyle yaşayanın anlayabileceği; bir sürü ıvır zıvır. Moskova’dan sonra St. Petersburg’a taşındık. Gitmeden Selim’e bir heves aldığımız birbirinden güzel oyuncakları, kitapları, küçülmüş giysileri bir valize koyduk ve Türkiye’ye gönderilmek üzere yetkili birine bıraktık. (Çok sonradan farkında vardık ki bu eşyaların en güzelleri valiz içinden alınmış) Bir kısım eşyaları orada dağıttık. Kalanları da trenle; kolayca ve sorunsuzca taşıdık. Buradaki ev de eşyalıydı ancak gene de bir sürü ıvır zıvır aldık. Günü geldi İstanbul’a dönmeye karar verdik. Eşyaları bırakacaktık. Bıraktık da. Hatta valizler fazla gelmesin diye, yepyeni giysileri dahi yanıma almadım. Düşünüyordum, fazladan her kilo 100 Euro gibi bir fiyata gelecekse elimdeki giysiler bu kadar etmiyorsa, ki etmiyorlardı, bırakıyordum.
İstanbul’a, kiracının bıraktığı eve yerleştik ilkin. Eşyalar fazlasıyla eskimişti. Ev de minicikti. Alt kata, nispeten büyük olan daireye geçtik. Aslında kocaman teraslı, Selimiye Camii, Selimiye Kışlası ve gepgeniş deniz manzaralı, ferah ama pek minik bu evi bırakıp, pencereleri arka bahçeye ve karşıdaki beton binalara bakan bu boğucu eve geçmeye gönlüm hiç razı olmuyordu. Gene de daha geniş olsun diye geçmiştik işte. Buraya eski eşyalardan bulaşık makinası dışında hiçbirşey almadık. Herşeyi yeniden aldık. Ve birikimimizin tamamını bu evin tadilatına ve eşyalarına yatırdık. Hatta uzunca süre mobilya taksitleriyle de uğraştık. Aslında hem her an gitmeye meyilliyken hem de yerleşmek büyük tezattı ve belki de saçmalıktı, ama yaptık. 
Bu evde 2 yılı aşkın kaldık. Kerim dünyaya geldi. Derken İngiltere’ye taşınmak gerekti. Tabii gene eşyalar mevzusu vardı. İngiltere’de eşyalı evler çoktu, belki böyle birşey yapılabilirdi, yahut bırakıp taşıma masrafının üzerine birşeyler ekleyip yenileri alınabilirdi, yahut konteynerla taşınabilirdi, hasılı türlü türlü ihtimaller vardı. Bu sırada içimizde eşyaları bırakmaya dair bir düşünce belirdi, hem bu şekilde eşyalar bir arkadaşımıza da yarayabilirdi ve bıraktık gene eşyaları. Petersburg’da bıraktığım onlarca yeni ve lazım şeyi İstanbul’da yeniden alınca; en başta da Selim’in yatağı (ki 6 yaşına dek 4 yatak değiştirdi Selim) yorganlar, yastıklar, nevresimleri, kitaplar, filmler, mutfak eşyaları vesaire sözümona bu kez o durumdan ders alıp bu türden şeyleri yanımıza almaya karar kıldık. Almaz olaydık!
Bilenler biliyor bu 4,5 aylık kötü serüveni, detaylara girmeyeyim. Ama size daha ilginç birşey söyleyeyim.
Biz alt daireye geçtiğimizde üst daireyi gene eşyasıyla kiraya verdik. Ve biz evden ayrıldığımız sırada ev satıldı. Eşyaları da ya satacak ya da bir yerlere verecektik. Ama ne oldu biliyor musunuz, kiracı eşyaları alıp gitmiş. Ve böylece o eşya da elimizden gitti. (Bu arada bu olayı da bir ay kadar önce öğrendim, sormak aklıma ancak o zaman geldi)
Hasılı ben şunu anladım ki; İ. ile ilk yıllarımızı saymazsak benim eşyayla aram bir türlü iyi olmamış. Bir tek o dönem sıkı sıkıya tutunmuşum eşyalara. Sanırım o da bunca zaman sefil öğrenci evlerinde kaldıktan sonra, bize ait bir yere sahip olmak duygusuylaydı. Onun dışında hep -aldım verdim, ben seni yendim- gibiymiş eşyayla muhabbettim. Bir dönem birçoğunu sevmişim ama aslında çok çabuk vazgeçmişim. Ve de vazgeçirilmişim.
-Eşyadan Azade- cümlem bu yüzden favorim. Eşyasızlığın getirdiği o eşsiz hafifliği, her an bırakıp gitme serbestisi hep bana cazip geldi. Çok net söylüyorum, aslında can alıcı olanlar dışında eşyaların birçoğu gözümde değildi. Ama hep diyorum ya, alavare dalavere çok yordu bizi. Ve bu konunun bitmesi hepimizin selameti için gerekliydi.
Şimdi bizim eşyalar geldiğinde size neler olduğunu anlatayım da siz karar verin, benim için eşya mı, eşyasızlık mı iyi?
-Eşyalar geldiğinde; önce ortalığı süpürmek gibi olağan bir eylem saydım. Epeyce süre İ. heyecanla kolileri açarken ben ıvır zıvır işlerle uğraştım ve kolilere yanaşmadım.
-Eksikler mi, değiller mi diye hiç düşünmedim, sadece çok fazla eşya vardı ve bunlarla ne yapacaktım gerginliği beni sardı. Hatta bir ara; -bir sürü ıvır zıvırı sırtımıza yük ettik, üstüne aylardır o adamların kahrını çektik, şimdi nemize lazım bunca giysi, tabak, çanak, yatak diye epeyce söylendim.
-Eşyalar geldiğinde de, öncesinde de ümitli ve parlak yorumlar geliyordu. Eşyaların gelecek; yahut geldi, haydi keyifle ser deniyordu ama ben bu türden yorumları okurken kendimden utanıyordum. Çünkü asla o keyfi hissetmiyordum, tam aksine çoğalan eşya fikri dahi beni korkutuyordu.
-4,5 aylık süre zarfında gördüm ki; 4 tabak, 4 bardak, 6 çatal, 6 kaşık, 6 bıçak, 2 uyduruk tencere, 1 tava, birkaç kase, birkaç giysi, bir -iki ayakkabı ile hayat idame ettirilebiliyordu. Hatta bu yoksunlukla misafir dahi ağırlanabiliyordu. Evet zaman zaman zor oluyordu ama şu çok aşikardı; mutfakları doldurduğumuz eşyaların çoğu lüzumsuz ve abartıydı, ayakkabılar da, boy boy çarşaflar da ha keza.
-4 aylık televizyonsuz hayatın bizden götürdüğü hiçbirşey olmadı. Son 1 ay içinde, gelecek televizyonu beklemekten vazgeçip televizyon aldık mesela. Ama alır almaz pişman oldum. Sadece çocuklar çok fazla kudurduklarında zaptetmeye ve nefes alacak zaman kazanmaya yarıyordu. Yani esasında çocukları eyliyor, belki de uyuşturuyordu ama her ne ise, kendi başına 7/24 çocuklarla olan bir anne için bu kadarı sorumsuzluk olmuyordu, hatta bağırış çağırıştan daha iyi oluyordu.
- İşin en güzel tarafı: aradığım en önemli şeyler neredeyse ilk açtığımız kolilerden çıktı. Sanırım bu büyük bir ikramdı.
-4,5 aydır evi idareten aldığımız, el süpürgesi kıvamında bir süpürge ile süpürüyordum. Eşyalar geldi gelecek dendiğinden doğru dürüst bir süpürge almaya da yanaşmıyordum. Ve 2 katlı bu evi bu süpürgeyle süpürmekten sağ kolumu oynatamıyordum. Ancak süpürgemiz geldiğinde ben hala eski süpürgeyi kullandım. Çünkü demek ki içten içe eşyalar gelmemiş sayıyordum ya da geldikleri gerçeğine ikna olmamıştım.
-Evet eşya dediğimiz anıyla özdeş; hele hediyeler; misalen bir kutuyu açtım ve Ayda’nın hediyesine ulaştım. Çok hislendim.
-Evet eşya dediğimiz anıyla özdeş, anısıyla güzel, ama herşey için geçerli gelmiyor bana bu cümle. Bence eşya demek yük demek hala büyük oranda! Kesin kanaat getirdim.
-Çocuklar keyiflendi eşyalarını görünce tabii. Ancak akşamında kardeş kavgası çoğalan eşyayla zirve yaptı ve beni deli etti. Bir ara toplayıp garaja attım hepsini geri. Sonra içim elvermedi geri getirdim ama hepsini değil tabii, peyderpey.
-Eşyalarımızı bekliyor olmak bizi sahici anlamında yerleşik olmaktan uzak tutmuş. Ne zamanki eşyalar geldi, gördüm ki yerleşmeye başladık ve eve düzen geldi. Ondan önce dolaplar 3-5 giysiye, 3-5 tabağa rağmen karman çormandı.
-Çocukların oyuncaklarını kısa bir süre kaldırdığımda gördüm ki kitaplara atlıyor çocuklar iştahla. Bu beni daha çok düşündürdü oyuncak almak konusunda. Ve kesin kanaat getirdim, saçmalamayı kesip, oyuncak alımını kesecektim. Oyuncaklar çocukları anlık mutlu ediyordu evet ama o kadar çok olunca kesinlikle bu birşey ifade etmiyordu. Çocuklar hem oyuncaklarını yeterince sahiplenmiyor hem de kesinlikle tatminsiz oluyordu. Ve hep daha daha daha istiyorlardı. Birşeyi alırken daha, alamadığı diğer şey için iç geçiriyordu. Buna engel olmak istiyordum.
- Eşyalarımızın sanırım yarısı KAYIP! Battaniyeler, üstelik ikisi annemin hediyesi ve elzemler burada, son anda İ. nin koşarak yetiştirdiği bir tomar ilaç, hiçbir yedeği olmayan düğün fotoğraflarımız, çocukların pasaport vesaire için çekilen fotoğrafları, Selim’in okul müsamere kayıtları ve fotoları, tüm çatal-bıçak setimiz vesaire. Geçen 4,5 aylık sürede aklımızda kalanlarla farkettiklerimiz tabii bunlar. İşin ilginç tarafı, hala saflığımızı koruyoruz. Hiç ihtimal vermiyoruz hele ki ben, demiyoruz ki bunca eğri işten düzgün bir sonuç çıkar mı? Çıkmamış! İ. ile birbirimize baktık, n’apalım dedik; İ. diyor ki adamlara sorsam ne farkedecek, gene yalan konuşacaklar. Zaten bu adamların ne yaptıklarını, ne yapmaya çalıştıklarını anlamak mümkün değil! Besbelli farklı işliyor beyinlerimiz. En kötü ihtimalle; Öztürk Gayrıanal açıkça dolandırıcılık yapacaktı ama yapamadı bir şekilde diyorum, en iyi ihtimalle de eşyaları muhafaza etmek için Yamen Akyüz tahta bir kutuya koymuş (ya da koydurtmuş, aslını Allah bilir) ve sığmayanları olduğu gibi bırakmışlar. Taşımacılık sektörümüzün iş anlayışı beni her geçen gün daha da hayrete düşürüyor! 
Annemle konuştum, sinirlerinizi bozmayın artık, sadakanız olsun, dedi. Olsunlar! Ama hep bir sızı olarak fotoğraflar kalıyor gene, demek ki zayıf noktam onlar, demek ki onlardan kurtulmam gerek ya da Pratik Annem’im dediği gibi bundan böyle göbeğime bağlamam gerek böylesi şeyleri:)
-Daha ilginci, gelen eşyalardan kırılan bir tane bile yok. Hepsi sapasağlam. bu bakımdan tebrik etmek gerek Fokustürk’ü. İ. ile şaştık işin bu kısmına, ancak şunu da düşünmedik değil, ya çok iyi muhafaza ettiler sahiden, ya da kırılanları attılar. Bunca ay sonra farketmek mümkün değilken hele:) Zaten takip etmek de olası değil herşeyi, verilen listeler zaten düzgün değil, olan da değiştirilmiş.
Hasılı bitmiyor bu marazi eşya meselesi; ben bitireyim zihnimden kalanları iyisi mi.

Hiç yorum yok: