13 Eylül 2012 Perşembe

Çavdar Tarlasında Çocuklar: Selim & Franky



Önceki gün Selim’i almaya gittim. Baktım keyifle bana doğru geliyor; neşeli! Çoğunlukla öyle çıkar okuldan zaten. Bekleyen ebeveynler arasında beni bulana dek hafif endişeli ve ciddi, bulunca da yüzünde güller açacak denli neşeli. Geldi, bugün okul çok güzeldi dedi, konuşmaya pek hevesli öyle ki öptürmüyor bile kendisini. Biz gitmeye hazırlanırken ve okulun bahçesi epeyce boşalmışken öğretmenine dair birşeyler anlatmak üzere o yana döndü ve meşhur kıyak çocuk Franky’i gördü. O sırada öğretmenle konuşan büyükannesinin elini tutuyordu Franky ve arada konuşmalara eşlik ediyordu. Ve elbette bu sırada boyuna kaykılıyor, yanısıra sıkıntı emareleri gösteriyor, kah zıplıyor kah duruyordu. Selim Franky’nin yanına gitmek istedi. Ben de kapının dışında kendisini bekleyeceğimi  ve onun da gidip Franky ile kısa bir süre vakit geçirebileceğini söyledim. Zaten epeyce süredir ne yapıyor, nasıl iletişim kuruyor diye izlemek istiyordum onu.
Franky’nin bize arkası dönüktü. Selim yanına kadar gitti ve Franky diye seslendi. Franky Selim’i görür görmez sevinçle ona doğru uzandı ve derhal Selim’in elini kavradı. O an sanki dünyanın en mutlu müziği çalmaya ve etrafımda kelebekler uçuşmaya başladı. Öyle güzel bir andı ki. Hele ki, o sıcacık tutuştan sonra hiç konuşmadan ve ellerini de bırakmadan direkt koşturmaya başlamaları vardı ki, neredeyse oracıkta kendimden geçecektim. İçimde mutluluğun en keskin, en berrak, en elle tutulur olduğu anlardan biriydi diyebilirim o an için. Koşmaya başladılar; elele, konuşmaya hacet duymadan, beden diliyle, tıpkı Mevlana’nın dediği gibi; aynı dili konuşmak değildi mesele, aynı duyguyu paylaşmaktı ve bu çocuklar şimdi tam da bunu yapıyordu. Ceketleri, kravatları ve saçları rüzgarda uçuşarak, gülme sesleri bahçeyi dolduracak şekilde koşturuyorlardı. Selim bir yandan da bana durum bildirisi yapıyordu; anne biz böyle bir anda koşturuyoruz Franky ile. Gülümsüyordu, herşeyiyle, yüzüne vuran kalbinin gülümsemesiyle bile. Sesi çatallanıyor ve bölünüyordu gülmenin ve sevincinin etkisiyle. Mutluydu işte! O da, Franky de!
Okuyanlar bilir, Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabında, kitabın kahramanı; Holden Caulfield hayatta ne yapmak istediğinden bahseder kitabın bence en can alıcı bölümünde. Çavdar tarlasında serbestiyle ve keyfince koşturan çocukları uçurumun kenarına yaklaştıklarında tutmakla görevli olmak ister yalnızca. Tam da bu bölümü anımsadım çocuklar gözümün önünde koşarlarken, tam da bu bölümü okuduğumda duyduğum eşsiz ferahlama ve mutluluk hissine kapıldım.
Bir süre daha boylu boyunca koşturdular bahçede çocuklar. Sonra Franky yanıma geldi, Selim’in annesi miyim diye sordu, Kerim de kardeşi mi, adını, hasılı havadan sudan sohbet etmeye girişti. Tıpkı oğlum gibi benim de Franky’e içim ısınmıştı. Zaten İskoç çocuklarının bilinen batılı çocuklardan böylesi bir farkı vardı. Kesinlikle çok sıcakkanlı ve arkadaş canlısı oluyorlardı. O manzara ve bu sıcak çocuk içimi ferahlatmıştı. Demek dedim içimden Selim için pek iyi şeyler oluyordu.
Lakin hayat dediğimiz şey neydi; iyi ile kötünün bileşimiydi. Bazen iyinin bazen de kötünün baskın gelmesi demekti. Misal az önce anlattığım hikayede iyilik açık ara baskın gelmişti, ama kim diyebilirdi bu iyilik sonsuza dek sürecekti, sürmedi, akşama bambaşka bir hikaye ile çıkageldi Selim nitekim.
 ——————————-> Arkası Yarın.

Hiç yorum yok: