Önceki
 gün Selim’i almaya gittim. Baktım keyifle bana doğru geliyor; neşeli! 
Çoğunlukla öyle çıkar okuldan zaten. Bekleyen ebeveynler arasında beni 
bulana dek hafif endişeli ve ciddi, bulunca da yüzünde güller açacak 
denli neşeli. Geldi, bugün okul çok güzeldi dedi, konuşmaya pek hevesli 
öyle ki öptürmüyor bile kendisini. Biz gitmeye hazırlanırken ve okulun 
bahçesi epeyce boşalmışken öğretmenine dair birşeyler anlatmak üzere o 
yana döndü ve meşhur kıyak çocuk Franky’i gördü. O sırada öğretmenle 
konuşan büyükannesinin elini tutuyordu Franky ve arada konuşmalara eşlik
 ediyordu. Ve elbette bu sırada boyuna kaykılıyor, yanısıra sıkıntı 
emareleri gösteriyor, kah zıplıyor kah duruyordu. Selim Franky’nin 
yanına gitmek istedi. Ben de kapının dışında kendisini bekleyeceğimi  ve
 onun da gidip Franky ile kısa bir süre vakit geçirebileceğini söyledim.
 Zaten epeyce süredir ne yapıyor, nasıl iletişim kuruyor diye izlemek 
istiyordum onu.
Franky’nin
 bize arkası dönüktü. Selim yanına kadar gitti ve Franky diye seslendi. 
Franky Selim’i görür görmez sevinçle ona doğru uzandı ve derhal Selim’in
 elini kavradı. O an sanki dünyanın en mutlu müziği çalmaya ve etrafımda
 kelebekler uçuşmaya başladı. Öyle güzel bir andı ki. Hele ki, o sıcacık
 tutuştan sonra hiç konuşmadan ve ellerini de bırakmadan direkt 
koşturmaya başlamaları vardı ki, neredeyse oracıkta kendimden 
geçecektim. İçimde mutluluğun en keskin, en berrak, en elle tutulur 
olduğu anlardan biriydi diyebilirim o an için. Koşmaya başladılar; 
elele, konuşmaya hacet duymadan, beden diliyle, tıpkı Mevlana’nın dediği
 gibi; aynı dili konuşmak değildi mesele, aynı duyguyu paylaşmaktı ve bu
 çocuklar şimdi tam da bunu yapıyordu. Ceketleri, kravatları ve saçları 
rüzgarda uçuşarak, gülme sesleri bahçeyi dolduracak şekilde 
koşturuyorlardı. Selim bir yandan da bana durum bildirisi yapıyordu; 
anne biz böyle bir anda koşturuyoruz Franky ile. Gülümsüyordu, 
herşeyiyle, yüzüne vuran kalbinin gülümsemesiyle bile. Sesi çatallanıyor
 ve bölünüyordu gülmenin ve sevincinin etkisiyle. Mutluydu işte! O da, 
Franky de!
Okuyanlar 
bilir, Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabında, kitabın kahramanı; Holden 
Caulfield hayatta ne yapmak istediğinden bahseder kitabın bence en can 
alıcı bölümünde. Çavdar tarlasında serbestiyle ve keyfince koşturan 
çocukları uçurumun kenarına yaklaştıklarında tutmakla görevli olmak 
ister yalnızca. Tam da bu bölümü anımsadım çocuklar gözümün önünde 
koşarlarken, tam da bu bölümü okuduğumda duyduğum eşsiz ferahlama ve 
mutluluk hissine kapıldım.
Bir süre 
daha boylu boyunca koşturdular bahçede çocuklar. Sonra Franky yanıma 
geldi, Selim’in annesi miyim diye sordu, Kerim de kardeşi mi, adını, 
hasılı havadan sudan sohbet etmeye girişti. Tıpkı oğlum gibi benim de 
Franky’e içim ısınmıştı. Zaten İskoç çocuklarının bilinen batılı 
çocuklardan böylesi bir farkı vardı. Kesinlikle çok sıcakkanlı ve 
arkadaş canlısı oluyorlardı. O manzara ve bu sıcak çocuk içimi 
ferahlatmıştı. Demek dedim içimden Selim için pek iyi şeyler oluyordu. 
Lakin 
hayat dediğimiz şey neydi; iyi ile kötünün bileşimiydi. Bazen iyinin 
bazen de kötünün baskın gelmesi demekti. Misal az önce anlattığım 
hikayede iyilik açık ara baskın gelmişti, ama kim diyebilirdi bu iyilik 
sonsuza dek sürecekti, sürmedi, akşama bambaşka bir hikaye ile çıkageldi
 Selim nitekim.
 ——————————-> Arkası Yarın.
 

 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder