Henüz
İskoçya’da evsiz olduğumuz zamanlardı. Kiralamak üzere evlere
bakıyorduk. İlk ve tek baktığımız eve yani bizim eve gelmiştik. Hava
güneşli ve pırıl pırıldı. Gezerken bahçeye çıktım ve etrafa göz
gezdirirken yan bahçede arzı endam eden onunla karşılaştım. Güneşle
şeffaflaşan, rüzgarla ince ince savrulan beyaz çamaşırların asılı olduğu
o güzel çamaşırlık.! Yeşil çimenlerin üstüne kurulmuş, duruyor cümle
endamı ve edası ile bir güzel çamaşırlık! Sevdalısı oldum gördüğüm ilk
andan beri. Hemen fotoğraflarını çekmeye koyuldum. Sanırsınız eve değil
sırf ona bakmaktı amacım. Muhtemeldir ki, böylesi zırvalar yüzünden evde
bulaşık makinası olmadığının farkına varmadım.
Evi
tuttuk. Çamaşırlık gözümün önündeydi artık. Hatta sırf o değil, gördüğüm
hemen her bahçede duruyordu aynısı. Ben de istiyordum; aşkla ve
ısrarla! İ. ye sordum; nereden bulabiliriz acaba? Aldırmadı ve beni buz
gibi karşıladı. Bu çamaşırlığın bendeki etkisini; dile dökemediğim ama
zihnimde çağrıştırdığı binbir hikayeyi bilmesi beklediğim şey değildi
tabii ama gene de burkuldu içim. O derhal mantıklı açıklamalara girişti;
bu bize olmaz, burada güneş mi var, hep yağmur zaten, hem onu bahçeye
dikmek gerek, beton dökmek gerek, ayrıca asacak kadar çamaşırımız mı
(eşyalarımız gelmediğinden) ve daha neler neler. Yılmadım, isteklerimle
tacize devam ettim ve tabii araştırmalarıma da. Buldum sonunda market
kataloglarında. Ama İ. yi ikna edemedim almaya. Neredeyse pes etmeye
yeltendim. Ama tam da pes etmedim, boyuna Peter’ın bahçesindeki
çamaşırlığı inceledim, nasıl dikmişler, vida, sondaj var mı, beton mu
dökmüşler vesaire çözmeye niyetlendim lakin bir sonuç alamadım. Derken
güzel Allah’ım mahzun bırakmadı beni ve gene bir market katalogunda
dikmek için gerekli bir aparat olduğunu gösterdi. Heyecanla İ. ye
koştum. O gene duygusal alışveriş merakıma göndermeler yaptı ve
mantıksal açıklamalarını sıraladı, olmadı alet edevat gerek, yapamayız
vesaire dedi. Gene pes etmedim, taarruzlarıma devam ettim. Ve o her
seferinde geri püskürtmeyi başardı beni. Yılmadım, hiç hatta. Biliyordum
zira, İ. istese dağları delerdi, öyle biridir birşeyi istemeye görsün
ne yapar eder bir çözüm bulur nitekim. Ben de son kozlarımı oynadım. Her
çamaşırda söylendim ve en nihayetinde eşyalarımız gelmediği için hepi
topu üç beş parça olan çamaşırları yıkamayarak protesto çektim. Ve, ve
İ. pes etti.
Gitti,
aldı, getirdi. Bir akşam indi bahçeye, çamaşırlığın kazığını iki üç kez
yere vurmak suretiyle çaktı ve dikti çamaşırlığı. Hepi topu bu kadarmış
meğerse. Mutluyum bu noktadan sonra elbette. Ve sabahı bekleyecektim
heyecanla, keyifle.
Sabah
kalktığımda büyük bir seremoniye hazırlanır gibi heyecanlıydım.
Çocukları yedirdim, giydirdim, tuvalet fasılları vesaire bitince işe
koyuldum. Zira bu seremoni bölünsün istemiyordum. Önce asılacak nezih
çamaşırlar bulmalıydım. Beyaz ya da beyaza yakın olmalıydı elbette. Ki
güneş değince şeffaflaşsın iyice. Elde pek de çamaşır olmayınca
çarşafları topladım ve yıkamaya bıraktım. Bu sırada tüm evi de
temizledim. Ki ev temizse, akça pakça ise her yer ve düzgünse daha iyi
hissederim kendimi, yoksa bölünür sevincim, kendimi yerim. Bu sırada
hava son derece temiz ve berraktı. Güneş kesintisiz ve gökyüzü apaçıktı.
Çocuklar bahçede şen şakrak ama sıklıkla kavgayla oynuyordu. Önemli
değildi, hem de hiç önemli değildi, çamaşırlığım vardı.
Çamaşırlar
yıkandı. Ve ben çok mühim, çok maharet isteyen harikulade, olağanüstü,
fevkalade bir sanatı icra eder gibi ve dahası sanatının yüceliğinden çok
emin biri gibi biraz da itici bir şekilde sepeti kolumun altına aldım
ve bahçeye yollandım. Serin bir rüzgar vardı ve rüzgarla ağaçların
yaprakları tatlı bir melodiyle hışırdıyordu. Yan bahçedeki komşunun kuş
evine ve ağaca kümelenmiş kuşlar cıvıl cıvıl cıvıldıyordu. Hasılı
müziğin alası da vardı. Gökyüzü maviydi alabildiğine, berraktı ve herşey
tastamamdı. Seremoni beklediğimden de harikaydı.
Asmaya
başladım çamaşırlarımı, çocuklar oyunlarını ve kavgalarını bırakıp
eteklerime dolandı. Onlar da heyecanlıydı. Ama doğrusu bunu pek
hissedemiyordum, hissettiğim tek şey o anın hazzıyla gerçek dünyadan
koptuğumdu. Çok eminim ki o sırada bilinen boyutlardan çıkmış, bilmem
kaçıncı boyutta geziniyordum. Sanırım yüzümde de alık bir gülüş vardı.
Bunu da Peter’la karşılaştığımda ve bana garipçe gülümsediğinde anladım.
Çok üstünde durmadım ama işime baktım. Özenerek, binbir itinayla ama
çok da heyecanla çamaşırları asmayı tamamladım. Ve seyre koyuldum.
Enfesti!
Güneş ışınları tam düşündüğüm gibi çamaşırların içinden geçerek onları
inceleştiriyor ve şeffaflaştırıyordu. Daha ince çamaşırlar olsa daha iyi
olurdu ama elden gelen bu kadardı ve bu bile benim harikaydı. Üstelik
rüzgarı eksik olmayan bu şehirde her zamanki gibi serin bir rüzgar da
vardı ve çamaşırları havalandırarak onlarla keyifli oyunlar oynuyordu.
Bu sırada benim de zihnim bana oyunlar oynuyordu. Çocukluğuma dair
geriye dönük çağrışımlar zihnimde yanıp yanıp sönüyordu. Az bulunur bir
ferahlık içimi kaplıyordu. Süzülen, birşeylerin içinden yarım yamalak
geçen ışıkların delisi olan bünyem hazdan çıldırıyordu. Ama hem de
geçmişe dönen yanım hüzünleniyordu. Ve sanırım bu anla benim geçtiğim
boyutta zaman kavramı kalmıyordu. Geçmişe dönememenin sıkıntısı ve acısı
takip edemediğim bir noktadan sonra kayboluyor, zaman mekan kavramı
ortadan kalkıyor, ben boyutlar ötesinde geziniyor ve iyi hissediyordum.
Biliyordum,
mesele saf çamaşırlık meselesi değildi. Duygu arıyordum, hisler,
hislenmeler ve gerçekten bunu yaşıyordum. Kelimeleri olmayan, hele
cümleleri asla, hisler vardı sadece içimde. Çocukluğum, tellere asılan
çamaşırlarımız, değen güneş ışığı ile rengi daha da açılan berrak
çamaşırlarımız, rüzgar, sırıklar, annem, geri gelmeyen çocukluğum,
ailem, dam, çok manidar ve yadigar baba evi, artık asli yerinde olan
babam, her biri bir başka hayatın içinde olan kardeşlerim, herşey bu
çamaşırlıkta sallanıyordu. İşin ilginç tarafı hüzün değildi yaşadığım,
mutluydum. Çünkü o anın tam içindeydim, o zamanda, kayıp bir zaman
değildi içinde olduğum, geçmiş değildi, içindeydim işte o zamanların.
Seyrine
doyamadım bu çamaşırların. Bol bol da fotoğrafını çektim. Ve ilkini İ.
ye gönderdim: Sana mutluluğun resmini yapıyorum Abidin*, diye:) Buyrun
dileyen ortak olsun deli sevincime:
*Birçoğumuzun
bildiği gibi; Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, cümlesi
Nazım Hikmet’in Saman Sarısı adlı şiirinde yazdığı mısradır ne denilene
göre ressam Abidin Dino’ya yazılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder