Her
çocuk anne ve babayı büyütür, sözü hiçbir mana bulamazdı bende eskiden.
Zira çok klişe ve az manidardı bu söz benim gözümde. Belki başkaları
için bu kelam otuyordu yerli yerine ama benim hayatıma izdüşümü
düşmüyordu nedense. Ta ki farkedene dek!
“İçten içe, azar azar değişiyormuşum ben de meğerse, çocuklarımla birlikte ve onların vesilesiyle!”
Selim’den
önce bakan ama görmeyen biriydim ben. Selim’le yürüyüşlere çıkınca ve
hele ki Moskova’nın devasa parklarında bol bol dolaşınca farkettim
ilkin; doğanın güzelliğini, sadeliğini ve işaret ettiklerini. Önceleri
Selim dolayısıyla biraz yapay başlayan bu hal, giderek samimi bir
ilişkiye dönüştü. Doğa elamanlarının kusursuz hikayeleri ile tanıştım
derken. Anladım ki; an be an, gün be gün, ben ilgi gösterdikçe onlar da
kendilerini açtılar bana, ben sokuldukça onlar da sokuldular yanıma
fazlasıyla ve lisan-ı halle sırlarını anlatmaya başladılar o noktadan
sonra. Bilhassa ağaçlar, onlarla bambaşka bir ilişki var aramızda.
Hatırlıyorum;
Moskova’daydık. Selim henüz 1,5 yaşındaydı. Devasa bir park vardı az
ötemizde. Kahvemi alıp yanıma, sabahtan düşerdim park yoluna. Selim’i
gezdirirdim sabırla. Şimdiki gibi telaşlı değildim asla. Tek tek arı
gibi her çiçeği koklardı Selim. Renklerine bakardı, dokunurdu,
anlatırdı. Dinlerdim ben de. Şimdiki gibi değil hem de, sabırla gene.
Hem içimden geliyordu böylesi ve hem de farkındalığı yüksek olsun, benim
gibi çok sonradan ve zorlamayla farketmesin etrafındaki güzellikleri
diye. Böcekler ki hiç hazzetmezdim, onlardan bile kaçmamaya gayret
ediyordum bu nedenle, dizlerim titrese bile çaktırmıyordum o da
korkmasın diye. Olabildiğince tabii elbette.
Birgün
ağacın birine gittim. Selim’e anlatmaktı niyetim. Dokundum gövdesine;
keskin yarıklı, kaba ve doygun hatlıydı. Parmaklarımı üzerinde gezdirdim
bu yarıkların. O ilk ürkek ve yabancı teması çok sevdim. Giderek
avuçlarımla kavradım gövdesini, Selim’e seslendim: Gel bak, dokun ne
güzel bir duygu bu. Dokundu Selim, sevdi. Ama sanırım o gün ben o
duyguyu daha çok sevdim. Giderek gövdesine kollarımı doladım ağacın.
Sanki babacan hatta dedecan biri gibi kavradı beni ağaç da. Karşılık
verdi bana, ona gösterdiğim ilginin kat be katıyla. Hani olur ya; bazı
insanlar vardır, sımsıcacıktır; hem güven verir, hem de öyle yakındır ki
yanından kalkmayı istemez gönül, öyle birşeydi hissettiğim. İşte böyle
başladı ağaçlara muhabbetim benim.
Şimdi,
harikulade manzaralı filmlerde gördüğüm; heybetli, koca ve kudretli,
içinde mutlaka barındırdığı büyük hikayesiyle, çok karakterli ve
asaletli ağaçların olduğu bir yere; İskoçya’ya düşürüldü yolum. Burada
gözlerimi ağaçlardan alamıyorum. Üstelik tek tip değil, binlerce çeşitli
bu ağaçlar. Bıraksalar, muhtemeldir ki bu heybetli ağaçlardan birinin
dizinin dibine oturur ve çok şeyler söyler ve çok şeyler de dinlerdim.
İşte böylesi ağaçlar ve bu ağaçların bulunduğu harika parklar…
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder