17 Mayıs 2012 Perşembe

Hoşçakalın Evim, Evlerim ve Güzel Memleketim



Yıl 2003.. Şimdi oturduğumuz evin üst katındayız. Çatı katı, çıtı pıtı bir ev. Duvarları ve panjurları Venedik sarısı ve gepgeniş teraslı. Teras ferah mı ferah. Önü apaçık deniz; rüzgarlı günlerde lacivert ve berrak olan, seyrine doyamadığım deniz. Bir de Selimiye Camii, Selimiye Kışlası ve o kışlanın güzel ışıkları. Ev Kış güneşini büsbütün içeriye alıyor. Dahası kışın ufuk çizgisinde gün batımlarını yakalamak mümkün ve bu harika hissettiriyor.
Evin içi minicik. Koca bir salon ve Amerikan mutfak. Kendimizce döşemişiz. Son derece mütevazi. Mutluyuz İ. ile. Hır gürü bol bir evlilikse de seviyoruz birbirimizi. Dostlarımız var, akrabalarımız, komşularımız ve arkadaşlarımız. İ. nin anneannesi var en alt katta. Oturduğumuz binanın toprak sahibi. Ona gidiyorum. 90′larda yaşı ama zihni açık. Bana savaş sırasında Rusya’dan kaçışlarını anlatıyor. Memleketime; Volga yanına, Saratov’a gideceğim, akrabalarımın yanında öleceğim, diyor. Seviyor ya İ. yi , beni de seviyor. Bana babasından kalma fincanları, Çarlık Rusya’sından kalma akraba fotoğraflarını gösteriyor. Gideceğim diyor, diyor da gidemiyor. Biz gidiyoruz oralara ne hikmetse, ama onu da göremiyor.
Selimiye’de olmayı seviyorum. Üsküdar’a, Kadıköy’e yürüme mesafesinde olmayı seviyorum. Taksim’e tek vasıta ile gidebilmeyi seviyorum. Ve bir çok yere. Artık Anadolu yakasında yaşayamam demiyorum, burayı evim ve semtim belliyorum. Kendimi bir yere ait hissediyorum. Yıllarca yurtta, öğrenci evlerinde yaşadığım eğreti halden, itilmiş sokak kediliğinden çıkıp belki ilk kez aidiyet hissediyorum.
Yıl 2004… Kapımız davetsiz açık herkese. Lüks içinde değiliz ama iyiyiz böyle. Kendi halimizdeyiz. Arkadaş toplantıları, sinema, konser salonları eğlencemiz. En çok da yaz geceleri terasta keyfetmekteyiz. Çok şeyimiz noksan belki ama müzikten yoksun değiliz. En çok Janis Joplin çalıyorum, arada Pixies dinliyorum. Terasa çok iyi bakıyorum; bol bol yıkıyorum, boy boy begonyalar ekiyorum. İ. bir tente geriyor, ben de duvarlara resimler çiziyorum. Bergamot aromalı çayımız demli her daim ocakta, gelene ikram ediyorum. Ben kahveyi sevsem de geleni çaydan mahrum bırakmıyorum. O sıralar yemek dahi yapıyorum. Sürekli birşeyler deniyorum. Kekler, pastalar, tiramisu ve çeşit çeşit salatalar. Misafiri de pek seviyorum. Şimdiki gibi detaylara takılmıyorum, yeter ki birileri gelsin diyorum.
Üsküdar yeni mekanımız. İ. nin hoşsohbet arkadaşları ile sıkça görüşüyoruz. Kalabalığız. Saati yok görüşmelerimizin, telaşımız yok, rahatız ve avareyiz hepimiz.
Yıl 2005… BABAM VEFAT EDİYOR! Mavi gözlü devi (şimdilik) kaybediyorum.
Yıl 2006… Selim doğuyor. Çok şey başkalaşıyor ve güzelleşiyor. Evin içine sanki rahmet yağıyor.
Evin küçüklüğü henüz göze batmıyor ama eski rutin de kalmıyor. Ev aksesuarlarının yerini ne mutlu ki bebek eşyaları alıyor. Çocuk delisi biri olarak şimdi kendi çocuğumun olduğuna inanamıyorum. Bazen kabullenemiyorum ama çoğunlukla seviniyorum.
Yıl 2006… Selim 6 aylık oluyor. İ. Moskova’ya gidiyor. Ben Selim’le kalıyorum. Ve bir süre sonra evi eşyaları ile kiraya verip ben de Moskova’ya gidiyorum.
Yıl 2008… Kiracı evden çıkıyor. Ben sık sık İstanbul’a çatı katımıza geri geliyorum. Soğuk Rus insanlarından sonra sıcak insanımızı arıyorum. Buraya ait her çarpıklığı bertaraf edip gözümde, güzellikleri bir bir sıralıyorum. Ne bozuk kaldırımlara aldırıyorum, ne bebek arabasıyla geçemediğim yollara, tek olmayan parklara içerliyorum ama seslice dillendirmiyorum. Özlem öyle baskın ki hep güzellemeler diziyorum memleketime. Bu sırada Petersburg’a yerleşiyoruz. Heyecanlanıyorum. Çok hem de. Sevdalısı olduğum Dostoyevski’me gidiyor gibi hissediyorum. Bir hayali gerçekleştiriyorum ve Beyaz Geceler’de Petersburg’a adım atıyorum. Koşa koşa Dosto’ma gidiyorum.
Ne yollardan, ne katı ve kaba Rus erkeklerinden, ne metrodan, ne bilmediğim dilden çekinmiyorum; Selim’i atıp pusete sık sık, Neva Caddesi’ne gidiyorum. Sık sık Neva Nehri’ne varıyorum, tarihi korunmuş bu güzel şehrin sokaklarında yürürken kah Dostoyevski ile sohbet ediyorum, kah Puşkin Kafe’den Puşkin’e selam ediyorum, kah da Dostoyevski’nin roman kahramanlarından biri oluyorum. Bu şehri seviyorum.
Yıl 2009… Petersburg’dan dönüyoruz. Çatı katımıza yerleşiyoruz. Elbette buraya sığmıyoruz. Bu yüzden alt kattaki daireye geçiyoruz. Burası nispeten büyük ama üst katın aksine ferahlıktan eser yok. Bundan sebep tüm eve beyaz mobilya alıyorum. Deli işi biliyorum ama budalaca kendime de güveniyorum. Doğrusu tek çocukla iyi de idare ediyorum.
Yıl 2010… Kerim doğuyor. 2 çocuklu bir anne oluyorum. Garip, pek garip hissediyorum. Ama çoğunlukla mesudum. İki çocuklu yaşam hep böyle sakin ve kolay sanıyorum. Derken Kerim büyüyor, İ. de sık sık yurt dışına seyahate gidiyor. Kolaylık ters tepiyor ve ben sıklıkla deliriyorum. Kah çıldırıyor, kah üzüntüden çocuklarıma sarılıyor ama hemen arkasından gene çıldırabiliyor hasılı dünyanın en gevrek, en kıvrak ve en tutarsız insanı oluyorum. İşte böylesi zamanlarda blog yazmaya başlıyorum. Ve hayatımda yeni bir dönemi aralıyorum. 
Yıl 2011… Alt kattayız hala. Selimiye’de. Selimiye güzel gözükmüyor artık gözüme. Olmayan kırık, dökük kaldırımlardan gözümü alamıyorum. Sıcak bulduğum insanlarımız sıklıkla hudutsuz geliyor bana. Ve en çok da güzel ahlaktan uzaklaşan toplum diken gibi batıyor bana. Kaçmak istiyorum. Zaten miyadı doluyor artık benim için bu yerin. Sıklıkla gitmelerden dem vurmaya başlıyorum. Öyle ki neredeyse elimde valizlerimde kapı eşiğinde yaşıyorum. Sabırla ve ümitle gideceğim günü bekliyorum. Bekliyorum…. bekliyorum…. Birkaç fırsat çıkıyor bu esnada, nedense heyecanlanmıyorum. Hatta İtalya fikrine bile ısınamıyorum. Neden bilmiyorum…
Yıl 2012… Vakit geliyor. İngiltere işi çıkıyor, tamam diyorum ama nedense Londra ve çevresi bende heyecan yaratmıyor. Oysa gitmelerde heyecan olsun istiyorum. Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum. Derken İskoçya fikri beliriyor. Bu fikre çok seviniyorum. Zira ben oldum olası -birincil- olanı sevmiyorum da, birincinin birinci olurken ezdiği kırıkları, gerisinde kalanları, hasılı mahzun olanları seviyorum ve dahası onlara kendimi yakın hissediyorum. İskoçya için de aynı yakınlığı hissediyorum. (Ve ne ilginçtir ki bu evde izlediğimiz son film de Braveheart- Cesur Yürek oluyor.)
Ve vakit geliyor. Bu sırada 3 yıldır satılıkta olan ama satılmayan evimiz satılıyor. Aidiyet bağlarımı tümden yitiriyorum. Beri yandan bunun böyle olmasına da seviniyorum. Benim ruhum gitmeye meyilli. Ve bence bu iyi. Bu fani dünyaya bağlanma hissi bu yolla kaybediyor bende geçerliliğini. Seviyorum bu hissi:
“Her yanı kırık, her yanı dökük olan ve her anından fanilik fışkıran, mutlulukta dahi ince bir hüzün barındıran şu hayatta ne diye bağlanacağım eşyaya, sokağa, toprağa ve insana sıkı sıkıya”
Dursam bağlanırım hem biliyorum kendimi. Bu yüzden kendi fıtratıma göre ben bağlanmamak için, gitmeliyim. Zira hangi dala tutunsam fayda vermiyor, Baki olandan gayrısı -beni bırak, benden sana fayda yok- deyip avuçlarımın arasından kayıyor. Hem seyahat ettikçe görmek, bilmek ve genişlemek mümkünken ve bu vesileyle O’na yaklaşıyorken gitmeli.
Şimdi gidiyorum. Evimle birlikte birçok şeyi bir daha geri gelmemek üzere ardımda bırakıyorum. En önemlisi anneanne’nin hatırasını; bu evi, binayı bırakıyorum temelli. Selimiye’yi bırakıyorum. Pek çok şeyi bırakıyorum bu kez.
Hoşçakal evim, hoşçakalın iki çocuğumu karşılayan evlerim… Hoşçakal güzel memleketim!
.
.
*Cumartesi günü gidiyoruz. Önce gene İ. nin peşine takılıp Amerika’ya, ardından İskoçya’ya. Hayırlısıyla inşaallah! Bugün de taşıma şirketi, götürülecek eşyalarımızı alıyor. Bundan sonra çok sık haberleşemeyebiliriz. Yarın son bir İstanbul Yazısı ile ara veriyorum. Yani şimdilik! Ya da tutamayıp kendimi heyecanlarımı canlı yayınla gönderebilirim:)
Hakkınızı helal edin. Allah’a emanet olun hepiniz. Ve biz tabii…

Hiç yorum yok: