30 Nisan 2012 Pazartesi

Spil Dağı Çılgınları



—–> İzmir’den Manisa’ya devam eden yolda rotamız Spil Dağı’ydı. Duyduk ki burası bir doğa harikasıydı. Çok çeşitli florası, serbest dolaşıma bırakılmış yaban atları,  kendine has dağ lalesi, seyir terası ve Ağlayan Kaya’sı vesaire vardı. Hele ki baharda muhtemeldir ki burası harikaydı.
Heyecanlı ve coşkuluyduk. Selim hele çok arzuluydu. Arıza çıkaran tek bir aile ferdi vardı: o da küçük oğlumuzdu. Zira her an karnım ağrıyor, deyip kusmaya yüz tutuyordu. Ancak kararlıydık, geri dönmek aklımızda dahi yoktu, varsa yoksa Spil Dağı’ydı ve ona giden yolda çareler aranıyordu. Gerekirse yol boyunca duruyor, olmadı Kerim’i uyutup uyutup yola devam ediyorduk.
.
Manisa şehir tabelasından içeri girdiğimizde daha soluduk o enfes dağ havasını. Burada bir şehirde en sevdiğim şeylerden biri vardı; baktığınız yerden dağlar gözüküyordu. Bir metropol insanı için ne kıymetlidir, ne de özeldir o manzara ve o hava!
Dağlara doğru sürmeye devam ettik arabamızı. Dağa giden yol harikaydı. Yol boyunca sağ tarafta bir dere usulca bize eşlik ediyordu. Derenin yanıbaşında; ağaçların gölgelediği, su sesine kuş cıvıltılarının karıştığı yolda, kümelenmiş insanlar sohbet ediyordu. Her yer dağ havasının yanısıra huzur kokuyordu. Lakin bu daha başıydı. Zira dağa çıkan yoldaki bu aydınlık köşede bulduk asıl huzuru. Koca dağın eteklerine kurulmuş, bol güneşli bir meydan ve bu ferah meydanda nadide yerler vardı: 14.yy’dan kalma Mevlevihane, Türbe vesaire. Enfesti! Öyle ki bir yere ikinci kez gitmeye pek de meyilli olan benim için dahi, ikinci kez gitmeyi istetti.
.
Bu huzurlu meydana veda edip dağ yoluna girdik. Çıktık, çıktık. Çocukluğumu anımsatan mütevazi ama ferah evleri, aydınlık, geniş ve temiz yolları, kendi halinde; çeşmeden su alan, sohbette olan, çamaşır asan insanları, sokakta serbestçe oyun oynayan çocukları arkamızda bıraktık.
.
Çıktık, çıktık. An oldu ötemizde berimizde tek bir insan belirtisi kalmadı. İşte bu noktadan sonra korku başladı. Zira yol pek dar ve hemen yanıbaşımız derin, depderin uçurum vardı. Biz tırmandıkça uçurumun yüksekliği daha da artıyordu ve bu da dizlerimin daha da titremesine neden oluyordu. Ama belli etmiyordum zira Selim korkudan yaprak gibi titriyordu.Ve kafasını masasına gömmüş, dönelim, diye ısrar ediyordu. Lakin dönmenin mümkünatı yoktu. Yol çok, pek çok dardı! Ve dahası İ. korkuya aldırmıyordu.
.
Dapdar yolun sağında bulduğumuz ilk kısmi genişlikte aldık molayı. Korkudan göz gözü görmeyen bu yerde açtım gözümü. İncecik uçurumlu yollarda enfes ağaçlar vardı. Bir koşu ağaçların yanında aldım soluğu. Ki normalleşmek ve sakinleşmekti asıl amacım. İşe yaradı. Lakin Selim değil arabadan çıkmak, korkudan yerinden dahi kımıldamadı.
.
Tekrar yola koyulduk. Çıktık, çıktık! Yol daha, daha, daha korkunçlaşıyordu. Selim korkudan kafasını kaldırmıyor yanısıra ben alenen korkumu ortaya döküyordum. Ve korkacak birşey yok, diyen İ. ile kapışayazıyordum. Yazıyordum diyorum zira şoförü kavgayla meşgul etmeye de çekiniyordum. En fazla -seni empati yoksunu- diye söyleniyor ve devamlı dualar ediyordum. Derken Seyir Terası’na vardık. Ve çok rahatladık!
.
İşte Seyir Terası’ndan Gediz Ovası. Burada kümelenmiş insanlar, profesyonel dağcılar vardı. Tekrar insan kalabalığına ulaşmak ve ferahlamak harikaydı. Lakin Selim gene arabadan çıkmaya yanaşmadı. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir durumdaydık zira Selim dönmeyi istemekte, İ. ise ileriye gitmekte kararlıydı. İ. ye göre, buralara bir daha gelmeyecektik ve zirveyi mutlaka görmeliydik. Hem zirvede mesire yerleri vardı ve oraya mutlaka ulaşmalıydık.
.
Yedi Uyuyanlar’da ve burada ikinci kez gördüm Dilek Ağaçlarını. Bu türden inançlarım yok ama şayet olsaydı ne dileyeceğim aşikardı: burada noktalamak bu macerayı! Olmadı! İ. zirveye takmıştı!
Arkamıza aldık ağaçları, insan kalabalığını… Titreyerek tırmanmaya başladık. Öyle ürkütücü idi ki manzara, arabada kımıldamak dahi imkansızdı, zira bence parmağımı titretsem aşağıda bulmak olasıydı arabamızı.
Çıktık, çıktık, çıktık! Dilimde pıtır pıtır bildiğim tüm dualarla, sağduyumu kaybetmiş, Selim’i yatıştırmayı tamamen unutarak ve nefesimi tutarak!
.
Ve nihayet zirveye çıktık. Mesire yeriydi burası. Ve nasıl bilmem sanki bir tür ovaydı. Yolda hiç görülmeyen bunca insan bilmem buraya nasıl konmuştu? Etraf oldukça kalabalıktı. İnsanlar ateş yakmış, yemek hazırlığı yapıyordu. Selim ve ben çok rahatlamıştık. Dönüşü düşünmek dışında bir sıkıntımız yoktu. Lakin bu kez İ. yi bir sıkıntı almıştı. Neden mi? Zira bu yerde yiyecek tek birşey dahi yoktu. Ve İ. açtı. Ve büyük bir hüsrana uğramıştı.
.
İçerilere doğru süzüldük. Burada ağaçların dalları yere değin uzanmıştı. İlk defa böylesine rastladım. Ve muhtemeldir ki dağın zirvesinde olduğumuzdan ve dağın başı dumanlı olduğundan ve biz de o dumanın içinde olduğumuzdan hava genellikle kapalıydı. Misalen, yukarıdaki fotoğrafta bir bulut hortumu dahi vardı.
.
Yol boyunca gördüğüm çiçeklenmiş Kiraz ağaçları burada sadece tomurcuklanmıştı. Bu da bir nebze unuttuğum zirvede olduğumuz gerçeğini anımsattı. Birkaç tane nispeten çiçeklenmiş ağaç vardı, yanlarına sokulmayı, birkaç kare almayı çok arzuladım lakin kendileri gözükmeyen ama dışkıları ağaç diplerini leşe çeviren atların yüzünden ağaçlara yaklaşamadım. 
Yanısıra bu ağaçlarda daha önce görmediğim, enteresan kıvrımlar vardı. Acaba tepeler için ağaçlar farklı mı yaratılmıştı? 
.
Spil Dağı’nın pek çeşitli florasına rastlayamadım. Sanırım buranın henüz soğuk olmasındandı. Bulduklarım hepi topu bunlardı. Yere değen kozalaklar, Yıldız otu ve papatya.
.
Çiçek açmış nadide ağaçlar vardı ancak dediğim gibi onların diplerinde yaban atlarının muhteşem(!) izleri vardı ve buraya yaklaşmak bir tür batağa saplanmaktı.
.
Spil Dağı’nın bir de kıymetli konukları vardı. Kendilerine bakıp zihnimin derinliklerine daldığım ve eskileri andığım. Utanmasam yanlarına sokulur yetmedi peşlerine takılırdım. Ki nerdeyse yaptım, bir ara çalı çırpı toplamak üzere başbaşa girdikleri orman içlerine ben de sözümona daldım. Ama fotoğraflarını çekmeye çok utandım. Çok istedim ama utandım. Ve fotoğraf çektirmekten kaçınan annemi, babamı anımsayıp yüzlerini kapadım.
.
Spil Dağı’nın bir de çocukları vardı. Kah uçurtma uçuran, kah frizbi oynayan, kah da bulduğu ilk eğimde aşağı yukarı durmadan gidip gelen çocukları. Ve gezmeye çıkan adamlarım vardı.
.
Çıktığımız yürüyüşlerde karşımıza çıkan enfes dağ manzaraları vardı. Lakin durduğumuz yerin hemen aşağısı korkunç uçurumlarla doluydu. Dolayısıyla bu manzaradan temiz bir tat almak imkansızdı. Zira o tadın içine boyuna korkunun acısı karışıyordu.
.
İnişin daha kolay olacağına ikna etmeye çalışırken kendimi, şükürler olsun ki istemeyerek ama besbelli dualarımın karşılığı olarak yanlış yola saptırıldık. Ve bu kez Manisa yolundan değil İzmir yolundan inmeye başladık. Burası geldiğimiz Manisa yolunun yabanıllığının aksine son derece kolay, basit ve insancıl bir yoldu. Önceki yol gibi düzgün değildi ama olsun varsındı. Eğimi azdı, yol boyunca harikulade ağaçlar, köyler, çeşmeler vardı. Hasılı insan sıcaklığı vardı ve benim için gerisi boştu. Lakin Selim tarafında işler karışıktı. Zira bu yola girdiğimize sevineceğini zannettiğim çocuk, meğer heyecan ve maceraya çarçabuk alışmış bünyesiyle -öbür yoldan gidelim- diye tutturuyordu.
.
Hikayeci Fotoğraflar diyorum artık bu türden fotoğraflara. Zira geniş bir hikaye anlatıyorlar bana yahut içlerine alıp kendilerinden biri yapmak istiyorlar sanki ısrarla. Misalen inişte gördüğüm bu manzara ve bu ev, mest etti beni. Orada uzunca süre izlemem olası değildi bu güzelliği. Çocuklar bıkkındı ve dahası Kerim hala karnım da karnım diyordu. Ama baktığımda gözlerimle filmini çektiğim bu karenin her bir parçası ayrı bir hikaye olarak yaşıyor halen içimde.
.
İniş yolunun rahatlığının en büyük emaresi bu fotoğraflar. Zira öncekinin aksine bol bol fotoğrafladım bu yolu ve yol üstündeki huzuru. Misalen bu bir köy yolu. Birazdan Kerim gene karnım ağrıyor diye çığlıklar atıyor, ardından kusuyor ve biz köy yolunda duruyoruz. Üst baş temizliğinin ardından yola devam ediyoruz. Bu kez Kerim’in kusmuğu değil yolumuza dikilen bir hindi durduyoruz bizi. Duruyoruz ve etrafımıza bakıyoruz; tavuklar, horozlar, koyunlar, keçiler ve çoban köpekleriyle etrafımız çevrili. Çocuklar şenleniyor. Kerim şaşkınlıkla hayvanları izliyor. Selim bulduğu gelincikleri işaretliyor. Ve ekliyor:
“Vay canına! Ne güzel maceraydı. Artık ben de bir maceracıyım. Çünkü dağa tırmandım. Artık oyuncaklarım umrumda değil. Çünkü bence kırlar, dağlar daha eğlenceli ve çok heyecanlı! Çizgi filmler de umrumda değil! Ben hep kırları isteyeceğim dualarımda! Hep kırlarda yaşamayı! Ve çok şükredeceğim bugün için! iyi ki geldik İzmir’e. İyi ki getirdin bizi baba. Sana çok, çok teşekkür ederim. Herşey harikaydı!”

Hiç yorum yok: