Daha önce görmemiş olanlar için, bir ay kadar önce Alternatif Anne Dergisi’nden Gülüş Türkmen’le röportajım:
Sen neden Deli Anne’sin? Anne olunca mı delirdin, önceden mi deliydin?
Akıllı bir
anne olmadığım kesin. Daha da kesin olanı, kendimi akıllı bir anne
olarak gösteremediğim. Büyük oranda anne olduktan sonra delirdim. Hatta
ikinci bebekle tümden delirdim diyebilirim.
Bizim
kültürümüzde böyle ironik, kendini “ti”ye alan insanlar pek az gibime
geliyor. Kendine “Deli Anne” demek cesaret ister… Cesur musun?
Tepkilerden korkuyor musun?
Bu benim
yaradılışımda var; öz alaycılık yani. Ve kesinlikle iyi hissettiriyor
bana. Kendimle eğleniyorum, kendimi fazlaca ciddiye almıyorum bu yolla.
Bir de bunu yaptığınızda başkalarına diyecek söz bırakmadığınızdan, daha
keyifli ve rahat oluyor hayat. Tabii gene de, sizi sizinle vurmak
isteyenler çıkıyor karşınıza. Ama şunu farkettim ki; ben bunu bana iyi
gelsin diyerek değil, daha çok tepkiselliğimden yapıyorum. Ne zaman
etrafımda birilerinin haddinden fazla büyüklendiğine ve kendini
anlatarak böbürlendiğine şahit olsam, bu tepki doğuyor bende. İşte böyle
zamanlarda kendimi alabildiğince alaşağı ediyorum. Annelik blogları
bende ilk bakışta bu hissi doğurdu mesela. Mükemmel, harika anneler,
herşeyin en doğrusunu bilenler, yetiştirdikleri en fazla 2 çocukla 2
milyon çocuk yetiştirmiş gibi ahkam kesenler, özenti ve eğreti
söylemler, Batı’nın herşeyini şeksiz şüphesiz kopyalayan ama bunu da bir
böbürlenme sebebi sayanlar ve daha beteri bu insanları ağzı açık ayran
budalası gibi takip edenler. Bu durum karşısında delirmek en iyi yoldu.
Bir de,
insanları eleştirmeyi tercih etmiyorum, bazen deli damarım kabarıyor ve
birşeyler demek istiyorum ama düstur edindiğim; ‘Ya hayır söyleyiniz, ya
da susunuz’ sebebiyle susuyorum. Ama tümden susamadığımdan, berbat bir
annelik örneği olarak bakın ben buradayım, diyorum, galiba. Buna cesaret
mi denir, safi aptallık mı bilmiyorum; tek bildiğim tepkilerden
korkmuyorum. Sadece anlamayıp, bunu fırsat edinen; vurkaççı zihniyetten
rahatsız oluyorum.
Facebook’ta
bir delirme gecesinden sonra şunu yazdım durumuma: Deliliğin
sınırlarında dolaşmaktır annelik bazen, bazen de tam ortasında yer
almaktır delilik çemberinin! Ve o cümleyle başlangıç yaptım blog
yazarlığına.
“Delidir ne yapsa yeridir”… Deli Anne nasıl bir anne? Kendini yurdum annesine göre sıradışı bulduğun durumlar var mı?
Esasında
hem son derece sıradan ve bayağı, hem de sıradışı buluyorum. Neye göre
sıradan; günümüz kadınları gibi çok sıradan. Ama elit(!) bir grup anneye
göre de sıradışı. Modern annelik safsatasını dikkate almıyorum mesela.
Çocuk eğitim kitaplarını, yöntemleri, her an değişen usülleri,
Amerika’da şu varmış hoooop hemen başlayalım, diyerek edinen trendleri…
Hatta böylesi ne varsa, kaynak, yazı, uzman; vebalı görmüş gibi kaçarım
onlardan. Kaçmam da gerek yoksa modern annelik dürtüme yenilip,
kaptırmaktan ve hastalanmaktan korkuyorum. Bazen bu dürtüm ağır basar
mesela, sonuna kadar yüklenirim, ancak sonrasında kusacak kadar
bulanırım. Sahiden kusmaktan bahsediyorum ama. Tiksinti kaplar içimi.
Benim görüşüm şu:
“Ben bir insanı bir dünya olarak algılarım. Bir çocuk da bir dünyadır benim nazarımda. Ve koca bir dünyanın, hiçbir yönteme yahut kalıba sığacağına dair inanç taşımıyorum içimde. Gene bence, annelik içgüdüsü rahat bırakılırsa ve saflığı korunursa, özel olan her bir çocuğa, en özel yaklaşımın, anne tarafından bulunacağına dair inancımı koruyorum. Yani bir çocuk hakkında en iyisini, bir yerde bir milyon çocuk üzerinde araştırma yapmış bir uzman değil, ancak ve ancak o çocuğun kendi annesi bilir. (Biyolojik anne olmak da şart değildir bunun için üstelik) Aksi halde, iyi birşey yapmak isterken prototipleştirilmiş ve denekleştirilmiş bireyler yetiştirmişiz gibi gelir.”
Sıradanlığa
gelince, sıradanım zira çocuklarıma küsüyorum, kızıyorum, bağırıyorum,
hem onlara deli olurken, hem onlardan sıkılıyorum, sıkıldığım için hem
korkuyorum, hem utanıyorum ama gene de bu duygumdan kurtulamıyorum,
bazen işlerime öncelik veriyorum, bazen bu sırada çocuklarımı aç
bırakıyorum, bazen yıkamayı erteliyorum, bazen uzun tırnakla
gezdiriyorum, bazen uyutamıyor, bazen uyutuyorum.. Hasılı bazen tam
teşekküllü anne olmaya yaklaşıyorum, bazen de çok uzaklaşıyorum.
Bir anne olarak prensiplerin, disiplin tarzın var mı?
Katı
disiplin sistemim yok. Esnek, ama çok da bırakamıyorum ipleri. Uyku
saatleri, kişisel temizlik gibi konularda kısmen disiplinliyim. Prensibe
gelince; güzel ahlaklı olmalarını amaç ediniyorum. Kendilerini merkeze
koymasınlar, yardımsever, merhametli, cömert, çalışkan olsunlar, empati
yapsınlar istiyorum mesela. Bunlar varsa gerisi gelir diye ümit
ediyorum. Ve bu halleri de minik atıştırmalar gibi önlerine sunmaya
çalışıyorum, hayatla içiçeyken elbette.
Onları
hayattan kaçırmıyorum. Doğmak gibi ölümü de bilsinler ve bunu da
olağanlıkla karşılasınlar istiyorum. Travma yaşayacaklarına dair
zırvalara aldırmıyorum. Bir yerde acı varsa bilmelerinde bir sakınca
görmüyorum. Deprem, felaket vs. Gibi. Dünyadan haberdar olsunlar
istiyorum. Onlara gül bahçesi vaadetmek ve fanusta gibi yetiştirmek
hayatın tabiatına aykırı çünkü. Hayat güllük gülistanlık değil ne yazık
ki. Bence bu yüzden erken öğrenmelerinde bir sakınca yok. Hatta bilakis
fayda görüyorum. Hayatın gerçeği acımasız da olsa illa ki onları yakalar
ve bu durumda afallamalarına sebep olmak istemiyorum. Tabii bahsettiğim
kan, revan, şiddet değil. Onları kaçırıyorum. Kaldı ki onları fanusta
gibi saklı yetiştirmenin onlara büyük haksızlık olacağını düşünüyorum.
Daha çok “saldım bayıra”cı mısın, yoksa “her şey çocuğum için”ci mi?
Saldım
çayıra olmak istiyorum ama tümden olamıyorum. Bir gün salsam, ikinci gün
endişeleniyorum. Ve her ne kadar özgürlük diye yanıp tutuşsam da
içimdeki şefkat ve merhamet duygusuna yenik düşüyorum. Ve, öyle değilmiş
gibi gözüksem de ya da kendimi öyle görsem de, herşey çocuğum içinmiş
gibi hareket ediyorum. Hatta etmişim bunca yıl.
Son zamanlarda neler delirtiyor seni?
Son
zamanlarda, yaşadığım yalnızlık ve zorluktan gelen gerginlikle de
sanırım, hiç olmadığım kadar deliriyorum. Bloga da yazıyorum şu sıra;
büyüklenmeler; koca bir okyanusta bir damla bile olmayan hayatlarımızı
baz alıp ahkam kesmeler, kendimizden bi’haberlik, riyakarlık, nedense
kendimizi milletçe her zaman aşağı görmelerimiz, dışardan gelen olur
olmaz her türlü bilgiyi sorgusuz sualsiz kabullenişimiz, kendi özümüzü
küçümseyişimiz ve buna önayak olan şuurlu yahut şuursuz insanlar ve
bunlara ağzı açık ayran budalası gibi hayranlıkla bakanlar, adeta kendi
rızalarıyla tabi olanlar, havada kapılan moda kavramlar. Bunlara
deliriyorum evet, yetmez mi?
Bu kadar deliliğe rağmen Alternatif Anne gibi “sen seni bil, sen seni” diyen bir anne dergisinde kendine yer edinmişsin. Alternatif Anne’nin nesini seviyorsun?
İsmi bile yeterince cazip. Klişe değil, modern değil, moda değil, trend hiç değil; Alternatif.
Sevdiğin şeylerden bahsetsene bize? (hangi kitap, hangi film, hangi tatil, hangi dinlence)
Buraya
girersem çıkamam diye korkuyorum. Gene de özetlemeye çalışayım. 19.yy
Rus Edebiyatı’nı seviyorum. Dostoyevski sevdalısıyım mesela. Tüm
kitaplarını aynı sevdayla, aynı aşkla okuduğum tek yazardır. Mevlana’yı
çok severim. Şems’i. Kafka, Marquez, Oğuz Atay, Camus, Puşkin de
favorilerim. Maalesef geç farkettiğim Salinger! En son Çavdar
Tarlası’nda Çocuklar’ı okudum ve nerdeyse her an kitabı anımsayıp
içimden ağladım. Bir handikabım; okumak istediğim ve sıraya koyduğum o
kadar çok kitap var ki, yeni yazarlara geçemiyorum, bu yüzden yenileri
pek bilmiyorum mesela.
Filmler de
o kadar çok ki. Ama en net söyleyeceğim; İtalyan Sineması’nı seviyorum.
İçlerindeki ferahlığı, cıvıltıyı seviyorum. Bertolucci ve Tornatore
filmleri Dostoyevski kitapları gibidir benim için; sanırım hemen hepsini
izledim. Ingmar Bergman’ı severim, detaycılığını ve hayatın ince
ayrıntılarını yakalamasını, Lars Von Trier severim; deneyselliğini ve
cesaretini, Woody Allen’i; heyecanlı, basit, konuşkan filmlerini, Japon
ve Güney Kore filmlerini; hem estetik, hem yalın ama hem de detaylardan
gelen karmaşıklıklarını seviyorum; basit ama öze dair. Sean Penn
severim, insancıllığını ve şefkatini.
Müzik
dersen, evet çok klişe; her türü dinliyorum. Ama her zaman değil. Haleti
ruhiyeme göre tarzım değişkenlik gösteriyor. Ama bir tür var ki, onu
her zaman, her durumda dinleyebiliyorum. Blues! Bob Dylan, Janis Joplin
liste başında yer alır gönlümün. Bir de şarkıların akustik
versiyonlarını severim ki ne severim.
Tatil
dersen; güneş, yaz, kum değil asla istediğim. Çantamı atıp sırtıma
başıboş gezeceğim tatiller arzusundayım ancak çocuklarla erteleniyor da
erteleniyor bu istediğim. Ve –ya hep, ya hiç-çi bir yapım da olduğundan
‘böyle gideceğime hiç gitmem daha iyi’ deyip, gitmekten vazgeçiyorum.
Sırf bu sebepten 3 yıldır tatil yapmadık.
Çocukların büyüdüğünde seni nasıl anlatsın istersin?
Deliydi meliydi ama bizim annemiz bizi pek severdi, demeleri yeterli olurdu benim için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder