Sokağındaydım. Kim bilir kaç kez
geçtiğin kaldırımlarındaydım. Sen varken de vardı muhtemelen bu binalar,
ama şu sağda, apartmana giren küçük kız var mıydı acaba o zamanlar?
Kaldırım taşları aynı mıydı? Ya ağaçlar? Taşlar, ağaçlar muhtemeldir ki
duruyorlar yerlerinde, ama sen yoksun! “Dünya dönüyor dostlar, ben
dönmüşüm çok mu, hayat bitiyor dostlar, ben bitmişim çok mu?” derken ne
de erken konuşmuşsun? Biliyor musun, ilk kez Dönence’yi bu döngüde
anlıyor ve seni her dinlediğimde şarkılarının değişen tılsımlı haline
şaşıyorum.
O yumuşacık sesinden duymaya alıştığım,
zihnimde kazılı adresin karşımda işte. Zor buldum ama hiç hayıflanmadım.
Kolay olsun ister miydim, kısıtlı zamanıma rağmen, hiç sanmıyorum. Bu
evde yaşadın sen. Bu kapıdan girdin içeri, defalarca. Sen geldiğinde de
ışıkları yanar mıydı böyle evin? Can alameti, hayat alameti var mıydı?
Şimdiki soğukluğun aksine, bu ev sımsıcak bir yuva mıydı? Çocukların
koşar mıydı babam diye? Bilmiyorum, ama ben öyle hayal ediyorum.

Bir zamanlar çocuklarınla şen şakrak
çıktığın bu kapı, şimdi neşesiz ve soğuk. Gazete ve pil kutusu içimi
soğutuyor, acıtıyor ve sanki yüreğimi burkuyor. Mermer taşlar aynen
duruyor, merdivenler, trabzanlar… Ama sen yoksun! Çocukların da kocaman
insanlar şimdi… Zaman niye bu denli burkuyor içimi? Demişsin ya; “Sen
gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki, yalnız sen ağlarsın, sen
şimdi uzaklarda meleklerle cennette…” Hislerim aynen bu yönde…

Evden içeriye girdiğinde, sağa; salona
değil de, sola; yemek odasına mı kıvrılırdın? Sanki son gece öyle
yapmışsın. Araba anahtarın, telefonun, ajandan yemek odasındaki masada
kalmış? Ama sen yoksun! Telefonun sanki hemen oracıktaymışsın gibi,
sanki birazdan eline alacakmışsın gibi diri duruyor. İçim yanıyor, ama
sen yoksun!
Biliyor musun Barış Abi, ben bir hayal
kurardım hep. Bir gün gelip kapını çalacağıma ve beni içeriye alacağına
dair. Ne konuşurdum, ne anlatırdım bilmiyorum, ama şimdi başka türlü
kuruyorum bu hayali. Sanki sen varsın ve ben sana geliyorum. Salona
buyur ediyorsun beni, Lale Hanım hem var, hem yok, zira ondan
çekiniyorum. Şu ikili berjerler var ya, sola ben oturuyorum, sağa sen
oturuyorsun. Konuşmaya gerek yok. Yanında mutluyum.
Salonda ve yemek odasında cam vazolar
koleksiyonun var. Mineli, tıpkı benim sevdiğim gibi. Ben de çok severim
cam işçiliğini ve bilhassa mineleri. Ama buna aldırmıyorum, ben neye
baksam senin özel olduğunu görüyorum. Neye baksam senden daha özel
bulmuyorum. Hiçbirşeye şaşırmıyorum, eşyalar, antikalar… El yazından
etkilendiğim kadar hiçbirinden etkilenmiyorum.

Salonun sol yanında, özel bir bölme var.
Minik bir oda gibi. Ödüllerinin olduğu hani. Çoklar, çok! Bakıyorum.
Altın Kelebek Ödülleri var. Yıllar yıllar öncesinden… Zaman ne tuhaf
şey, Barış abi? Herşey yerli yerinde, eşyalar korunuyor, ama o eşyalara
anlam yükleyen sen yoksun!

Ödüller arasında göze çarpan bu kısım.
Devlet Sanatçısı olmuşsun. Nasıl olmayasın, sen bu ülkenin gördüğü en
dev sanatçısın. (Bir de benim nazarımda kardeşin Cem Karaca elbette, ona
da selam olsun)
Yemek odasının açıldığı minik odada bir
kısım giysilerin var. Çizmelerin. Ben her türlüsünü çok seviyorum.
70′lerin o bayıldığım neyi varsa sende buluyorum. İspanyol paçalar ve
kollar, deriler, zımbalar, aynalar, çizmeler ve takılar. Ama dur daha
onlara sıra gelmedi biliyorum.

İşte vazgeçilmezin takıların.
Bayıldıklarım. Baktıkça bir kere daha düşünüyorum, ne özel adammışsın.
Biliyor musun Barış Abi, bizim oralarda hiç uzun saçlı erkek olmazdı.
Olsa çok yadırganırdı. Takıları da olmazdı erkeklerin. O da çok
yadırganırdı olsaydı. Giysilerini giyen birileri de olamazdı. Yani senin
giydiklerini, bizim oralarda bir başkası giyse belki ipte
sallandırılırdı. İyi ama, peki nasıl oluyordu da, bizim oralarda bunca
seviliyordun? Nasıl oluyordu da, senin yerine geçen tuhaf ve absürd
olabilecekken, sen tamamen şekilcilikten azade, gönlümüzde dilediğince
fink atıyor ve orada sabitleniyordun?

Yüzüklerin… İşte burada uzunca süre durdum. Baktım iki yüzüğümün aynısını sende de buldum. Üstelik birçoğuna da bayıldım.

Üst kata çıktım. Kişisel eşyaların
vardı. Baktım. Neyi severdin, fincanın nasıldı, kim bilir kahveni nasıl
alırdın, pasaportunda ışıldayan yüzün… Barış Abi seni çok özlüyorum…

Kemerlerin vardı. Ama ben özellikle birini aradım. Aynalı Kemer’in yok muydu? Olsun, şu mavi taşlı olan var ya, o da çok hoştu.

Üst katlarda plakların, albümlerin vardı. Sıcak yüzün, özgünlüğünle kapak olduğun albümlerin. Burada biraz durdum ve hüzün duydum. Gittiğini duyduğum ilk andan beri, içimi yakan şu duygu; yeni bir şarkın olmayacak artık. Yeni bir albümün de. Biliyorum, bir ömre yetecek kadar şarkı ve her an yenilenen manalar bıraktın geride ama gene de peşimi bırakmıyor bu düşünce ve bu yoksunluk duygusu.
Evin en üst katına çıktım. Aile
fotoğrafların ta merdivenin başında yakaladı beni. Ve sımsıcaklığın.
Çocuklarının odası vardı, onlara almış olduğunu tahmin ettiğim
oyuncakların. Güzeldi bu köşe, hayatına dahil olmuşum gibi özeldi hem
de.
Yanılmıyorsam, Doğukan’ın odasında
sergileniyordu Belçika’da, Akademideyken yaptıkların. Senin elinden
çıkma, böylesi eserlerin olduğunu bilmiyordum. Biri hakkında
bildiklerimizi sandıklarımız ne kadar az oysa, bunu bir kez daha
hissediyorum.

İşte gene beni ilgilendiren
kısımlardayım. Yazılarını hep büyük harflerle yazarmışsın, bunu da
bilmiyordum. Galatasaray’lı anahtarlığın, fincanların, kristal çay
bardağın, gözlük de kullanıyormuşsun… Barış Abi, seni özlüyorum. Hem de
çok özlüyorum!

Evinin alt katına indim. Şövalye Odası
vardı. Bazen sıcaklık ve karanlık aradığım zamanlarda, tam kaçacağım
türden bir odaydı burası. Ve hayal ettim, o leopar desenli koltukta
oturup sana eşlik ediyorum. Gene ne konuştuğumu bilmiyorum ama öyle
yakınız ki, sussak da bundan rahatsız olmuyoruz. Öyle yakınız ki,
aramızdaki sessizliği bozmaya uğraşmıyoruz. Öyle yakınız ki, canımız
isteyince konuşuyoruz, mecbur hissettiğimiz için değil, suskunluğu
bozmak ya da laf olsun diye de değil.
Duvarlarda şarkıların vardı. Ben Nick
The Chopper’ı aldım buraya. Bilmem bilir misin, sen gidince, günlerce
içim kıyılırken dışımdan uzunca süre sustum. Ağlayamadım. Bir akşam,
topluca bir yere gitmiştik arkadaşlarla. Ve ben orada senin sesini
duydum. Bu parça çalıyordu tam da. İşte o zaman içimdeki kıyımlar benden
azade, dökülüverdiler gözlerimden hasretle. Hıçkıra hıçkıra, ortalığı
birbirine katarak ağladım. Derken garip bir hal aldı durum… Sanki birden
ben, bir Ağlama duvarı oldum. Gelen giden bana sarılıp ağladı, kimi
teselli etti, kimi döktü içini. Hasılı Manço Kardeşi olmuştuk o gün.
Sonra Kış Bahçesi’ne çıktım. Burada bir
kafeterya vardı. Doğrusunu ister misin Barış Abi, ben burada biraz
burkuldum. Yani sana çay içmeye gelmek evet çok hoş olurdu, ama çay
sipariş etmek beni epeyce burktu. Üstelik bir de Yaz Bahçesi vardı.
Orada kümelenmiş adamlar ve cafeterya çalışanları laubali biçimde,
gürültüyle sohbet ediyorlardı. Duramadım be Barış Abi. Ben seni içimde
yaşıyor, çokça hüzünle, az tebessümle anıyorken o ortamda duramadım.

Yazlık Bahçe’ne çıktığımda tek bu
duvarda durdum. O gürültülü, çılgın kalabalıktan uzakta, fotoğraflarının
olduğu nispeten sessiz kısımda. Baktım, baktım. Ve o VEDA yazısı ile
veda ettim ben de sana. İçim buruk, bol hüzün yüklenip ayrıldım.

Çıktım. Çıktığımda henüz ışıkların
yanıyordu. Salonda olduğunu hayal ettim, piyano çalıyordun. Ah, bir de o
muazzam sesin eşlik ediyordu piyanoya. Derken, içimde bir boğulma
hissettim ama. Bu ev, senin yaşadığın akşam saatlerinde ışıkları yanan
bu ev, şimdi tam aksine akşam saatlerinde ışıkları kapanan, kapısına
kilit vurulan bir müzeye, bir kuruma dönüşüyor ve tüm sıcaklığı,
sıcaklığın buz kesiyordu. Zaman çok fena Barış Abi. Evlerimiz dursa da
biz kayıp gidiyoruz, herşey kayıp gidiyor. Kayıp zamanın izini sürmekse
çok acı veriyor.
Giderken, bir de baktım araban, kilitli
öylece duruyor. Yaşasaydın buraya park ediyor olurdun, ama yaşamıyorsun!
Kendimi yaşadığın günlere götürmek ve iyi hissetmek istedim. Arabası
burada, demek ki gelmiş, evde. Bak, hem ışıklar da yanıyor. Dedim, dedim
de içimdeki derin sızıyı dindiremedim. Seni özledim Barış Abi, hem de
çok özledim.
Ben şimdi gidiyorum. Ama biliyorum ki,
bu böyle bitmedi. Buluşacağız. Dertlerden, gamdan, kederden, vefasızlık
ve elemden çok uzak yerde buluşacağız seninle. Sarılacağım sana
hasretle. Şarkılarını her dinlediğimde, hatırladığım ağbilerim gibi
içtenlikle. Zaten seni onlardan ayrı tutmadım gönlümde.
Onun için şimdilik hoşçakal Barış Abi, Hoşçakal!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder