7 Eylül 2011 Çarşamba

Güzperest




Bundan yıllar yıllar önceydi. Hiç bilmediğim bir semtte, adres bulma telaşındaydım. Haliyle epeyce telaşlı ve gergindim. Adreste bahsi geçen camiyi bulmak için gözüm hep yükseklerde geziniyordum. Geniş bir kaldırımdaymışım, mevsim Sonbaharmış, kaldırım sevdiğim Çınar yapraklarıyla kaplanmış doğrusu hiçbirini umursamıyordum. Tek istediğim o camiyi ve yakınındaki evi bulmaktı. Zira orada ilk kez ders vermeye gideceğim bir öğrencim vardı.
Haşır huşur eden yapraklar arasında ilerlerken ve muhtemeldir ki tek duyduğum ses nabız atışlarım iken, bir an başımı öne eğmiş olmalıyım ki onu gördüm. Muazzam bir yapraktı karşılaştığım. Önce diğerleri gibi aldırmadım, yoluma koyuldum. Derken yavaşladı adımlarım, geriye döndüm ve etrafa göz atıp kimselerin görmediğinden emin olarak, hızla yaprağı kaptım. Onu öylece orada bırakamazdım.
O noktadan sonra zamanın hızlı akışı yavaşladı ve belki durdu. Sanki dünya yüzeyinde tek ben ve bu yaprak vardı. Az önce kimseler görmesin diye telaşla yaprağı kapan ben değilmişim gibi, şimdi yolun ortasında dikilmiş vaziyette, kimselere aldırmadan bir yaprakla konuşuyordum. Önce hoyratlığıma gücenmiş olabileceğini düşünerek özürler diledim, tüm kıvrımlarını, damarlarını okşadım, sevdim. Sonra büyülendiğim bu sanat eserine övgüler yağdırdım. Sanırım bu sırada aklını kaybetmiş biri gibi görünüyordum. Derken kulağıma çalınan keskin bir korna sesiyle olduğum mekana ve zamana uyandım. Dünya gene tüm telaşesi ve hızıyla akmaya başladı. Geç kalıyordum ve daha değil adresi, bahsi geçen caminin minaresini bile göremiyordum. Yaprağı alıp, o sıralar büyük bir mücadeleyle okumaya uğraştığım Ulysses kitabının arasına özenerek koydum ve tekrar yola koyuldum.
O andan itibaren değişti dünya adeta. Ayaklarımda dolanan kurumuş yaprakların çıkardığı o muazzam hışırtı en sevdiğim melodi gibi çalındı kulağıma. Yüzümü okşayan ılık rüzgarı duyumsadım, içim doldu hazla. Sonbahardı, aylardan Eylül, oh ne ala!
Ayırdına vardım; ben bu mevsimi seviyordum; bu üşütmeyen serinliği, ağaçlardaki renk değişimini, ılık rüzgarın yüzümü okşamasını ve dahi üzerimde gezinmesini seviyordum. Rüzgarın ağaç dallarını dans ettirmesini, henüz dökülmemiş yaprakların üstünde ıslık çalarak gezinmesini  ve tümünün oluşturduğu harikulade uyumu seviyordum. Sonbaharın ilahi senfonisini seviyordum kısaca. Artık yakmayan güneşten kaçınmamayı, hatta bazen ona sokulmayı seviyordum. Kolaylıkla yürüyebilmeyi, bu vesileyle kendimi yollara vurabilmeyi seviyordum. Yazın ve sıcağın getirdiği rehavetten ve bezginlikten kurtulmayı seviyordum. Üzerime ince bir mont, boynuma fular takmayı seviyordum. Sıcaklarda sıkı sıkıya topladığım saçlarımı serbest bırakmayı seviyordum. Seviyordum da seviyordum hasılı.
Sonbahar, hem serbestlikle dışarı açılmak ve hem de buna paralel olarak;  yoğunlukla içe dönmek, öze dönmekti benim için sanki. Bu sebeple iki kez seviyordum bu mevsimi. Ve bir de yazmaya tesiri… O yaprağı bulduğumun akşamı başladım tam teşekküllü yazmalara. Ondan önce kesik kesik, günlük kıvamında iken, ondan sonra değişti yazının rengi, şekli.
Öyleyse Hoşgeldin Eylül demenin tam vakti, değil mi?
Ve şu şarkı bir de;

Hiç yorum yok: