28 Ağustos 2010 Cumartesi

Anneliğin Yükünü Azaltmak - Zor Yiyen Çocuk

Selim daha önce de bahsettiğim gibi insanı çıldırtacak derecede zor yiyen bir bebekti ve çocuktu. Öylesine iştahsız ve kesinkes yemeyen bir bebekti ki devamlı yeni yöntemler deniyorduk doktoru ile. Önce bir çizelge hazırladık her gün bir başka marka, bir başka çeşit mama vermek üzere. Bir gün ballı devam maması, bir gün pekmezli, bir gün bebe bisküvisi gibi her öğünde başka besinlerle çıktık karşısına. Olmadı vücut geliştiricilerin protein tozları vesairesinden ekledik mamalarına. Nispeten ilerleme kaydediyorduk ama her öğün bende aşırı derecede adrenalin salgılamaya sebep oluyor, kalbim küt küt atıyordu, acaba bugün nasıl yedireceğim, diye.

Her bir öğünde farklı bir eylemde bulunmak gerekliydi ayrıca. Bir öğünde sevdiği bir filmi izlemişse bir diğer öğünde mutlaka bir başka film izlemeliydi en basitinden. Yemediğini gördüğüm an hazırlayıp bir köşede tuttuğum yeni bir film çıkarıyordum ortaya. O da işe yaramamışsa daha önce alıp da bir kenara sakladığım acil durum oyuncaklarından koyuyordum önüne. Kimi zaman bunlar da netice vermiyordu nitekim diş çıkarma, hastalık zamanlarında zorluk derecesi 5-10 katına çıkıyordu yemek yedirme işinin. Böyle zamanlarda ev eşyalarını kullanabiliyordum, ayna, saat, alet edevat gibi. Bunlar da işe yaramıyorsa ortalığın batması pahasına da olsa bir leğen dolusu su koyuyordum önüne, bu her zaman değilse de kısmen işe yarıyordu zor zamanlarda. Ama öyle zamanlar oluyordu ki hiçbir eylem çare olamıyordu yemek yememesine,  bir iki kaşığa razı oluyordum haliyle. İyi kötü bu halle başedebiliyordum, başedemediğim, onca emek, onca heyecan ve  onca stresle geçen bu sürenin sonunda Selim'in bir çırpıda yediklerini geri çıkarmasıydı ki işte bu nokta kalbimin durma noktasına geldiği, şoka girdiğim andı. Bir kaç saniyelik şokun ardından ya bağırıp çağırıyordum, ya duvarları yumrukluyordum, ya da oturup ağlıyordum. Kitaplarda bahsi geçen "aman, sakın ha, çocuğun önünde ağlamayın, acziyetinizi belli etmeyin, sizi ağlatma gücü olduğunu hissettirmeyin" savsatasına inat önünde hem de Selim'in.

Kısacası yemek saatleri onun için de benim için de işkence idi. Çoğu zaman yemeği püre haline getiriyordum ve koca kaşıklarla, o koca kaşığı da tıka basa doldurup ağzına tıkıyordum bir an önce bitsin bu işkence diye. Bir yandan da korkuyordum ya bu çocuk, böyle devasa lokmalara alışırsa, diye.

Selim 4 yaşını geçene dek, dikkatini büyük ölçüde yemekten uzaklaştıracak, dudaklarını gevşetip ağzını açmasına vesile olacak, dudaklarını gevşettiği an yediğini farkettirmeden kaşığı boca edecek yöntemler  bulmakla geçti günlerimiz. Ve tabii kusmasını önleyecek. Kısacası; "Yemek yerken yediğinizin farkına varmak için ikinci bir eylem içinde olmayın." öğretisine tamamen ters düşen rezalet bir halin içindeydik. İlter zaman zaman, "Selim bak çorba!", "Bak meyve!" diyerek ne yediğine dikkat çekmek isterdi, ben ona bile kızardım," Ne die uyarıyorsun, yediğini farketmesin de yememezlik etmesin." diye.

4 yaşını geçince durum aşama aşama değişti. Bir filmde rastladığım, "Tüm çocuklar balık kroketi sever." cümlesi üzerine bir deneme yaptım. Ve inanılmazdı, Selim bayılarak yedi balık kroketi. üstelik ufalamadan, ezmeden, püre yapmadan. Derken çıtır tavuk, çıtır balık, çıtır köfte, makarna, pirinç pilavı, bulgur pilavı, peynir, zeytin, börek (bilhassa kaşarlı milföy), kek geldi arkasından. Her çocuk gibi karışık ve bilhassa maydanozlu, biberli, dereotlu olmayacaktı yemekleri. Sonrasında okula başlayınca durum daha da iyileşti. Zaten doktorumuzun dediğine göre tek çocuklarda okula başlayana dek yemek sorunu olurmuş. Okulun ilk günlerinde yemekhanede cıngar çıkarmasına, sadece yemek saatlerinde eve gitmek istemesine rağmen alıştı giderek. Sabahları kahvaltıda ballı ekmek yediğini duydum örneğin. Asıl inanılmazı meyve çayı bile içer olmuş.

Şimdi ne zaman işler yoğunlaşsa balık kroketi koyuyorum önüne "yaşasınnn! balık krokett!" diye sevinçle atılıyor tabağına. Ya da "yaşasın! makarna, hmm hem de kaşarlı" çığlıklarına sebep olacak makarnayı veriyorum acil durumlarda. Yanına da dondurulmuş garnitür sebzelerden bir iki kaşık da ekledim mi tamamdır. Bir de doğal meyve sularından içtiyse ohhh, meyve ihtiyacını karşılamış sayıyorum.  Bol vakitlerimde de sevdiği sade mercimek çorbasından yapıp derin dondurucuya atıyorum. Kritik durumlarda onu da verebiliyorum. Bu şekilde Selim kendi yönlendirmiş oldu beni istediği yemek konusunda. Daha önce ben ne istesem oydu tüm yiyebileceği. Biraz esnedik böylece, aman et yemeği , aman sebze yemeği, aman çorba, aman meyve, aman kusursuz beslenme takıntım da kurtuldum biraz. Selim de daha mutlu, ben çok daha rahatım, ev daha sakin.

Hem zaten artık şu kanaatteyim; yemek yemek o kadar da önemli değildir. Bilhassa yetişkinler için zevk olmaktan çıkarılması gereken, elzem olanla yetinilmesi gereken bir eylemdir ya da öyle olmalıdır. Üstünde devamlı düşünülmesi gereken, uğruna binlerce kitabın  yazıldığı, Tv programlarının yapıldığı , yaşamda adeta birincil sıraya konan bir eylem değildir asla, olmamalıdır. Çocuklar için iyi beslenme elbette önemlidir ancak yeterince beslenmesidir aslolan.

Hiç yorum yok: