Burada okullar başlayalı iki hafta oldu. Bizim çocukların ikisi de evde. Bu bölgede 4 okul var ancak buradaki okullara yazdırmaya gönlümüz razı değil. Zira bu bölgenin yabancı öğrenci konusunda en deneyimsiz bölge olduğunu ve yaklaşımları konusunda da aşağı yukarı aynı olduklarını resmi idarenin Eğitim Pedagogu dahi söyledi. Mahallede başka okullara giden çocukların da tavırları da açık ediyor zaten bu durumu. Bir tek Katolik okuluna giden bir kız var, o çok insancıl. Zaten burada duyduğumuz Katolik okullarında ahlak, vicdan vs. eğitimine çok önem verildiği ve birçok yabancının, Türk’ün bu türden okulları tercih ettiği yönündeydi.
Selim’in
kısa bir süre devam ettiği Steiner-Waldorf okulu kelimenin tam manasıyla
yandı-bitti-kül oldu. Okul yandı, yeni okul binasının uygun olmadığı
anlaşıldı, sigorta okulun güvenlik önlemlerini almadığı için sigorta
masraflarını karşılamayacağını açıklayınca bitti o efsane. Selim’in
öğretmeni uzun süre dışardan çocuklara destek verdi; parklarda,
seralarda, kendisinin, velilerin ev ve çiftliklerinde dersler,
aktiviteler yaptı ama devam edemedi tabii. Dağılan çocukların çoğu
Homeschooling yapıyor, kimi özel okula gidiyor ama özel okullar ateş
pahası. Öğretmen Edinburgh’a taşındı, oradaki Steiner okulunda
öğretmenliğe başladı. Biz de gitmeyi düşünmedik değil hani, hatta
Edinburgh’da okulları gezerken birdenbire burada kalma fikrimiz
ciddileşti. O günün öncesinde İ. bir sebepten dönmeyelim demişti, bense
İstanbul’da ev ve okulları araştırırken bile daha içimi kaplayan sıkıntı
sebebiyle düşünmeye başlamıştım dönmeme fikrini. İstanbul; canım şehrim
ama kendimizi orada düşününce geriliyorum çok. Özel okul fiyatları
dudak uçuklatıyor, evler deseniz hem kötü hem pahalı. Üstelik belirsiz
bir süre İ. de olmayacaktı yanımızda. Birgün İ. ye; biz Türkiye’ye
yerleşsek bile gene gideriz herhalde, dedim. Gözleri şaşakaldı. E, o
zaman niye gidiyoruz, dedi. Çaresizlik ve aldım verdim hikayesi. Çünkü
temel aldığım şey hep Selim’in önceliğiydi.
.
Sonra birgün birşey değişti: Aşağıdaki -Belki, Belki Değil- repliği gibi; Hayat bizi bir yola sürüklüyor. Ben hep diyordum bir yol var önümüzde belki açık ve net ama biz öyle kapatmışız ki gözlerimizi görmüyoruz, görsek bile o yola girmemek için direniyoruz. Ama girmemiz gerek ki ısrarla oraya yönlendiriliyoruz. İşte o hal üzerindeyiz.
.
.
Çocuklar
okula yazılmadığı için eski okul idaresinden telefon alıyoruz boyuna. En
son kapıya gene resmi görevli geldi. Home Schooling (Evde Eğitim)
uyguluyoruz, güle güle dedim ancak olmadı, peşimizi bırakmadılar. Önce
kibardı hepsi, size yardımcı olalım, materyal sağlayalım dediler.
Ardından Homeschooling için devlete resmi başvuru yapmadığımız ve onay
almadığımız için başımızın belada olduğu izlenimi veren bu kişiler,
kanunda yer alan: bir kez özel okula devam eden çocuk üzerinde devletin
gözetim hakkı olmadığı, maddesini dayadığımızda; ımmm, öhöm evet,
haklısınız bu durumda resmi idareden izin almanıza gerek yok, dediler.
Ancak o zaman biz de size yardımda bulunmayız, cümlesini hemen
yapıştırıverdiler. Nasıl ama:)
İşte bu
tuhaf ve cahil zihniyetten uzaklaşmak için bu bölgeden taşınmamız gerek.
Bunun için ev araştırma çalışmalarını hızlandırdık. Sürekli ev
bakıyoruz. Şehrin merkezi uygun zira orada okullar karma, öğretmenler
yabancı öğrenci konusunda deneyimli, lakin bir türlü bu merkezler
açmıyor içimi. İ. nin; buradaki gibi eve hapsolmazsın, çocuklar okula
gider, sen alışverişe, müzeye, kütüphaneye, kafeye her yere yakın
olursun, dilediğin kursa gidersin, gibi türlü akıl çelmelerine rağmen
ısınamıyorum oralara. Kendim de kendimi zorluyorum ama olmuyor! Üstelik
orada house tipi evler yok, her yer apartman. Evlere baktık ama hiçbiri
beni açmadı. Bazı evler berbattı; Beşiktaş’ın leş ve pahalı öğrenci
evleri gibi, çok sıkıldı içim. Bir de uyandık artık, en büyük
önceliğimiz bulaşık makinası olması evde ve büyük buzdolabı. Bazı evler
çok güzeldi, hele bir tripleks vardı ki içi muazzamdı, üç katlı, girişte
duvarı boydan boya cam olan salon, ayrıca burası şık ve bahçe
büyüklüğünde bir balkona açılıyor, karşısı sadece ağaç, ara kat salonlu
bir amerikan mutfak gibi ve ağaçları gören duvarı boydan boya cam gene,
üst katta yatak odaları, her katta banyo var, ev site içinde, iki adım
ötede park var, yoldan nehir geçiyor, lakin etrafını sevmedim çok
bakımsızdı. Apartman olanlara bakınca da ne derece lüks ve güzel
olurlarsa olsunlar; çocukları gene odalarda, koridorda sıkışmış hayal
edince çıldırıyorum. Ki biliyorum ki vazgeçemedikleri şey sokak.
.
Derken bir
ev gördük, bildik bir semtte. Gene bizimki gibi mahalle. Eve bakmak
için gittik; bir Japon baba, bir Rus anne ve 3 çocuktan oluşan bir aile
çıktı karşımıza. Eve ayakkabıyla girilmiyor, anne yeni doğum yapmış ve
ne tevafuksa bu aile de Avustralya’ya taşınıyormuş. Tevafuk neresinde
derseniz şayet bu evi tutacak olursak, eski evimizin sahibi Yeni
Zelanda’ya, yeni evimizin sahibi Avustralya’ya taşınmış olacak. Bizimki
gibi seyyahların evinde olacağız velhasıl. Evin odaları, mutfağı küçük
ama ev hem temiz, hem de çok sıcak bir havası var. Bahçesini sevdim
dümdüz ve bizimkinden çok daha geniş. Hemen hayallere kapıldım ben;
çamaşır direği dik, boydan boya as çamaşırları efil efil sallansın ipte
diye, hatta bunu İ. ye anlatırken neredeyse salyalarım akıyordu:) Ve
Japon baba; onu öyle çok sevdim ki onun nezdinde tüm Japonları sevdim
diyebilirim. Bir kez daha Barış Manço’yu yadettim. Evin iyi kötü her
yönünü dürüstlükle gösterdi, ki bu çok etkiledi beni. Bizde genelde
kakalanır evler, saklanır kusurlar değil mi? Herşeyi anlattı, evin
giderini, iyisini kötüsünü. Okulları hakkında bilgi aldık. Komşularını
anlattı. Üniversitede hocaymış, mimarlık ve çevre duyarlılığı kitapları
vardı sorduk kendi yazdığı kitaplarmış, kızı çok tatlıydı neredeyse
kucağımıza atladı daha içeri girerken, kadına üç sene Rusya’da
yaşadığımızdan dem vurduk, şaşırdı vesaire. Neyse İ. karar verelim dedi,
ben hadi tutalım dedim. Dur sen hemen kaptırıyorsun düşünelim dedi.
Sonra birçok ev daha gördük ama olmadı gene içim ısınmadı. Aklım hep
ordaydı. Gidip gelip internetten evin fotoğraflarına baktım, hayalimde
neyi nereye koyacağımı hesapladım. Salonu küçücük, bizimki gibi ferah
değil, mutfağı da. Ama bir bölmesi var çok cezbetti beni, kendimi hep
orada hayal ettim. Evin önü apaçık, tepeyi görüyor, silme çayır ve
önlerinde inekler otluyor. Tıpkı Evgeny Grinko’nun Vals klibindeki gibi
engin çayırlar uzanıyor evin önünde. Ben; orada günbatımı ya da
gündoğumu biri illa ki görünüyordur ayy, harika olur, yok yanıbaşında
park var ay harika olur deyip durdum yeni yetme kızlar gibi
heyecanlıydım. İ ise mantık adamı; evi gündoğumuna göre mi tutacağız,
hem park dediğin kaç kez gidilir ki mevsim bitti diye dürttü beni. Belki
haklıydı belki de değildi. Neyse tutmadık ama ben oraya meyilliyim. İ.
ye diyorum haftalardır ev bakıyoruz, aman işim aksadı şu bu deme, ben
kararlıyım, sen değilsin. Haksız mıyım söyleyin? :)
Sonra Selim’le Homeschooling yapmaya başladık. Aman ne hikaye. Bunu ayrıca yazmam lazım. Neyse!
Ama içimde güzel bir umut var. Ne zaman içimi bir endişe kaplasa, niyetimi hatırlatıp; La Tahzen diyorum; üzülme, endişelenme… Biliyorum ki bu safi niyette kalırsam herşey güzel olacak, çünkü yapacak işler var, iyilikler var.. Biliyorum ki; herşeyi yoluna koyanın emanetine bıraktığımız çocuklar kesinlikle zayi olmayacaklar!Çocuk eksenli hayattan, hatta tek kendi çocuğum eksenli hayattan iyilik eksenli hayata adım atarsak, ki anladım ki bu zamanda buna çok ihtiyaç var, bu kadar çocuk eksenli olmasak; açımızı korkmadan, genişçe açsak, çocukları salıvermek şeklinde değil elbette, sahiden iyi ve saf niyetle herşey çok daha güzel olacak.
———————————————————————————-
Zafer Bayramı’mız kutlu olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder