5 Eylül 2012 Çarşamba

Huzura Ulaşmak



Günlerin hatta ayların sıkıntısı var üzerimde. Hep diyorum ya, mesele eşya meselesi olmaktan çıktı da sanki bambaşka birşey oldu. Ve bu bambaşka şeyin ağır sıkıntısı içime boyuna doldu, durdu. 
Evet bu şekilde yaşamak zor; belirsizlik zor, bir bilinmezde debelenmek ve çaresizlik hissi zor, elimizin kolumuzun ulaşmadığı adamlarla uğraşmak zor, -a, eşyalar gelmemiş mi, etrafına bir daha bak abi- diyecek kadar şuurunu kaybetmiş, küstah ve edepsiz bir adamla uğraşmak zor, ne kuldan utanan, ne de Allah’tan korkan ve sanki kaybedecek hiçbirşeyi kalmamış, eceli gelmiş kedi gibi davranan bir adamla uğraşmak zor, doğrudan korkup ilk fırsatta yalana sarılan korkaklarla uğraşmak zor, ne atabilmek aklından ama ne de kurtulamamak çok zor, her ne kadar aman eşyasız da olur desek de yaşamak zorundayız eşyayla bir kere; asgaride olsa bile, asgarinin dahi olmaması elbette zor, hatıralarımızın çalınması çok ama çok zor, Selim’den kalma onlarca ayakkabı kayıp eşyalar içinde orada beklerken, Kerim’e ayakkabı almak ve bu sırada bu adamları hatırlamamak zor, nasılsa 1 ay içinde gelecek diyerek Kerim için yanıma almadığım onlarca giysinin ve ayakkabının 4 aya yakın sürede küçüldüğünü ve artık gelse de işe yaramayacağını bilmek zor, ikinci kez almaya mecbur bırakıldığımız eşyalar için, bunun getirdiği masraftan ziyade bu işi yapmanın verdiği ağırlık hissi için, ikinci kez alınan her bir eşyanın hatırlattığı bu pis düzenbazlığın içinde olduğumuz için, bunca aldatıldığımız için, hayvani bir muameleye maruz bırakıldığımız için içimizin yanmasını dindirmek zor, biz edebimizi korudukça karşıdakinin bundan aldığı cesaretle daha daha rahatladığını, küstahlığının ve hadsizliğinin derecesini kat be kat artırdığını görmek ve hala susmaya çalışmak zor, ağza dolu dolu gelen bedduayı Allah’tan korkundan tutmaya çalışmak zor, içine atmak zor, eşimin yaptığı binbir abuk görüşmeyi ve dahası görüş-e-memeyi sırf üzülmeyeyim diye benden sakladığını bilmek zor, sırf eşim üzülmesin diye sormamak zor, bir yerden sonra dayanamayıp sormak zor, aldığın cevapla keşke sormasaydım demek zor, bazen yalanlarla umutlanıp ama hemen ardından ortadan kaybolan adamlarla gene bilinmezliğe, karanlığa ve aldatılmanın o kesif kokusunu hissederek bayılma noktasına gelmek zor ama buna rağmen ayakta durmaya çalışmak çok daha zor, yalandan umut veren ama söz verdikleri günde ne hikmetse cehennemin dibine giren ve telefonları kesilen, ortadan kaybolan ve sessizliğe gömülen adamlarla uğraşmak çok zor, bu sırada başıma üşüşen uğultu ve ardından ölüm sessizliği gibi bir sessizliğe ve dipsiz kuyulara düşmek gibi bir hisse kapılmak zor, ALDATILMAK ÇOK ZOR, için yanarken ve o an seni rahatlatacak tek şey içinden kopacak bir ah iken gömüp o ahları içine, yutkunup derince, şükürler olsun halime deyip, Allah’ım sana havale ediyorum demeye çalışmak çok zor, aldatılmak çok pis ve çok zor,
“Edebin aşağılandığı, doğrunun kaçırıldığı, yalanın ve hayasızlığın alkışlandığı bir dünyada yaşamayı yakinen tecrübe etmek zor, hele ki bu hikayede başrolde olmak çok ağır ve çok zor!”
En çok da başına gelenleri düşünmek ve ne yaptım ki böyle oldu demek ve hikmetini çözmek istemek ama çözememek zor, bugünlerde yaşamayı hepten ağır bulmak zor, yaşamın bıçak sırtı olduğunu izlemek zor, eşyadan başlayıp da yaşama vardığım ve durduğum noktada içimde hissettiğim derin sıkıntı zor, zor, çok zor!
-A, eşyalar gelmemiş mi, etrafına bir daha bak abi- şuursuzluğundan sonra, cümle hatıralarımı yakmayı göze alacak kadar tüm eşyadan vazgeçmek ve yazmak zor! Çocuklarım dolanırken eteklerime, öfkemi tutmak ve yazmaya çalışmak zor, hem annelik yaparken tam ve tüm gün hem de yazmak, uğraşmak, laf yetiştirmek ve hala edebimi korumaya çalışmak çok zor ve bu sıkıntı, üstüme çöken bu ağırlık ve basit gibi gözüken ama her anımı etkileyen bu olayla birlikte yaşamın getirdiği ağırlığı her zamankinden daha fazla hissetmek çok zor!
İşte böylesi bir akşamdı bu akşam. Alt katta bulaşıkları yıkıyordum. Suyla bir nevi terapi görüyordum. Ya da öyle zannediyordum.  İşim bitince yukarıda uyumakta olan çocuklarımın odasına çıktım. Uyuduktan sonra durumlarına bakmak, gerekirse üstlerini kapamak, son dualarını okumak istiyordum. Odaya yaklaşırken Evgeny Grinko’yu; hatta Vals’in en sevdiğim tınılarını duyuyordum. Gene onu dinleyerek uykuya dalmıştı Selim ve müzik açık kalmıştı. Odada az bir ışık vardı ve çocuklarımın sıcaklıkları odayı doldurmuştu. Bir de buram buram rayihaları odaya yayılmıştı. Huzurla uyuyorlardı, onların nefes alışları, o eşsiz rayihaları ortamı daha da ısıtmıştı. Yanlarına kıvrılıp uyumak hissi doldu gene içime. Önce Selim’i derledim topladım, bir güzel öpüp kokladım, ardından Kerim’in mis gibi bebek kokusunun en yoğun olduğu boynundan kokladım, tez uyanan Kerim’i öpmekten korktum ve odanın ortasına geçip etrafı seyretmeye koyuldum; bir yandan da dua okuyordum. Çocuklar uyuduktan sonra, uyanık olduklarındaki karmaşa yerini sükunete bıraktığından, dünya berraklaştığından ve gözüm sahici bakışına kavuştuğundan her detay ve her anı, günün yaşanmış en hassas kısımları zihnimde dolanıyordu. Beri yandan kalan izleri takip ediyordum: Selim henüz aldığı ejderha kostumünü yanına almıştı, başucunda kendi astığı New York Doğal Müzesi’nden kalma afişler ve bu afişlere dair hayalleri vardı, bir de Gecenin Öfkesi denen ejderhası. Kerim ise yalın uyuyordu, bir ayıcığı vardı onu da merdivenlere atmıştı. Onun sadece uyku sesleri vardı. Ve yanımızdaki tek Türkçe kitap, Pıtırcık vardı. Zaman zaman Kerim’in eline alıp okuduğu: anne, babalar gelmişti diyerek uydurmalar yaptığı.
.
Huzur duydum. Evet, işte huzur bu diyordum. Evgeny Grinko ile yükselen tınılarsa içime işliyor ve sanki piyano tuşlarının yerine, ayların biriken sıkıntısına ve içime attıklarına vuruyordu. O vuruşlar o sıkıntılara her temas ettiğinde hem huzur, hem hüzün duydum. Ve hem de sonsuz şükran hissiyle doldum. Çocuklarım yanıbaşımdaydı, sıcaklıkları, kokuları odayı doldurmuştu ve bu müzik beni benden alıyordu. Öyle ki eşyalar ve aldatılmalar hep geride kalıyordu. Bu noktada dünyevi olan herşey manasızlaşıyordu. Fakat ne yazık ki bu sükut ve huzur anını yaşama mıhlamak, sabitlemek mümkün olmuyordu. Ve bu andan illa ki dünyaya dönmek gerekiyordu. Maalesef çirkeflikler gene baş gösteriyordu. Keşke sabitlemek ve o anın içinde kalmak mümkün olsaydı. O zaman ne eşya derdi kalırdı, ne aldatılmalar, ne yitirilenler ve ne de kalanlar. Ama işte olmuyordu.

Hiç yorum yok: