Geldik.
1 hafta önce, sabahın erken saatinde ayak bastık İskoçya topraklarına.
Havaalanından çıktığımızda, New York’un yakan sıcağından çok uzakta,
güneşli, aydınlık ama buz gibi bir hava üşüttü iliklerimizi dahi. Ürkek,
titrek taksiye yollandık, koştu taksiciler yardıma şaşırdık. Derken
‘Selamün Aleyküm’ diyerek oturdu taksici koltuğuna. Yo, bir Türk değildi
bu kişi, has be has İskoçtu kendisi. Sadece seviyordu Türkleri,
biliyordu ülkemizi vesaireyi. Ve en çok da Marmaris’i. Ben bu selamı
alınca tümden rahatladım, zira bir şehre girişte ilk Allah’ın selamını
almıştım ve bunu çok iyi bir işaret saydım.
İngiliz
soğuğundan çok uzakta olan sıcak İskoç insanları gelmeden duyduğumuz
birşeydi ama doğrusu bu kadarını beklememiştim. Asansörde
karşılaştığımız bir görevli hemen havadan sudan konuşmaya başlıyor,
taksiciler illa ki muhabbet açıyor, Polis Merkezi’nde çocuklarımızla
dahi sarmaş dolaş sohbetler açılıyor hasılı şaşırtıcı diyaloglar
yaşanıyordu. Öyle ki somurtkan birini görsek, İngilizdir diyecek kadar
ileri gidiyoruz şimdi. Eh, ne de olsa burası Wallace’ın memleketiydi.
Evet,
İskoçya bol yağmurlu. Ama değil öyle çamurlu. Gün boyu yağmıyor ama gün
boyu güneş de olmuyor. Kesintisiz ne yağmur gördüm ve ne de güneş
şimdilik. Tek ilk geldiğimiz gün tümden güneşliydi. Sanırım o da bize
sunulmuş büyük bir nimetti. Hava 22:30 civarında kararmaya başlıyor,
04:30 civarında da gün ağarıyor. Gündüzler çok uzun, geceler kısa. Hani
geceler neredeyse, sevdiğim ‘Beyaz Geceler’ kıvamında. Ne hikmetse gene
kuzeye düştü yolumuz, ne hikmetse 3 yıl kadar önce, gene böyle bir
zamanda St. Petersburg’a yerleşmiştik. Şimdi de İskoçya var sırada.
Bana
sorsanız memnunum. Hep diyorum ya, ben sıcakta yapamıyorum. Güneşi,
getirdiği aydınlığı elbette seviyorum ama güneşte durduğum an ki yakıcı
hissi sevemiyorum. Sıcakla problemim var zaten benim. Ne zaman sıcakta
kalsam hasta gibi hatta daha ötesi; perperişan oluyorum. Bütün enerjim
akıp gidiyor, keyifsizleşiyorum, etrafıma bulaşıyor ve bir an önce
ortamı terketmeye çalışıyorum. O sıra dünyayı verseler aldırmadan
gölgeyi istiyorum. Sanırım Tiroid hastalığımın, gözümde ve tenimde
artmakta olan güneş alerjisinin çok etkisi var bunda. Ama her ne ise
şunu biliyorum ki, sıcakla baş edemiyorum da soğukta iyi idare ediyorum.
Lakin
kendime itiraf edemesem de bence daha fazla soğuktan da ürperiyorum.
Neden mi, anlatayım: Ev arıyoruz. Ev ararken de bir farkettim ki ısrarla
güneye meylediyorum. Dünyanın neredeyse en kuzeyine gelmeyi göze alan
ben değilmişim gibi, aynı şehirde birkaç mil kuzeye kaymayı göze
alamıyorum şimdi. Delilik işte değil mi? Bir de şu fikri açıkça
zikretmesem de sık düşünüyorum; buranın yazı böyleyse kışı nasıldır kim
bilir? Hep yağmur? Hep karanlık? Beyaz Geceler’in zıddı Kara Gündüzler?
Kar? kar yoktur gerçi tahminim, kar olsa iyi. Zira Moskova ve Petersburg
karlıydı ama güneş de çok sık açardı. O yüzden oraların karı sıkıcı
olmazdı. Gerçi buradan ötesi de İzlanda ve İzlanda’dan Buz Dağları’nı
görmek olası. Bu durumda buranın havasından da fazla medet ummamalı. Tek
ümidim, belki bu sene farklı olur nispeten iklim. E, ümitse, hep ümit!
Benim
İngilizce’yle imtihanım var bir de. Bunu ayrıca uzun uzun yazmak ve tüm
kepazeliklerimi paylaşmak niyetindeyim. Zaten aksi halde rahat
etmeyeceğim. Bu yüzden şimdilik kısa keseyim. Çocuklarsa öyle meyilli ki
konuşmaya ve de öyle tatlı oluyorlar ki bu sırada. Bunu da ayrıca
yazacağım inşaallah!
Bir de şu
enteresan bilgi var paylaşmak istediğim. Geldiğimiz otelin yanı nehir.
İki adım ötemizde de bir köprü var. Köprünün hemen karşısında ise Bilim
Merkezi. Yani öyle bir yere kondurulmuşuz ki, hiç sıkılmadık, sıkıntı
çekmedik. Enfes bir yer, hem bilim, hem oyun, hem sinema, hem şov çok
şey var. Burası hakkında da ayrıca yazmak ve fotoğraflarını koymak
istiyorum. Hasılı güzel düşününce güzel olduruluyor herşey sahiden de.
BilimSelim için hazırlanan bu ilahi mizansen harika bir nimet oldu
hepimiz için ama bilhassa Selim için. Şükürler olsun!
Bir de;
Amerika’da Iphone direncimi kırdım, fotoğraf, Instagram sevdasına
kaptırarak ve hazır mekanına da gitmişken Iphone aldım. Aşağıdaki
karelerin hepsini de bu yolla ve en çok da arabadan ev ararken
yakaladım. O yüzden ekstra kasvetli gibi görünüyor karşıdan bakınca ama
bu denli değil.
Bana kalırsa, ilk intiba: İskoçya; güzel İskoçya!
.
Biz Glasgow’dayız. Edinburgh ise sadece 60 mil uzaklıkta. Üsküdar-Sarıyer mesafesi gibi bir nevi. Aslında oraya yerleşmeyi de düşünmüyor değiliz. Üstelik Edinburgh yazarlar ve şairler kentiymiş. Ve insana ilham verirmiş. Beyhan’dan aldığım bilgiye göre; Harry Potter, Gulliver, Alice Harikalar Diyarında, Yüzüklerin Efendisi gibi yüksek derecede fantastik tüm hikayeler hep bu şehrin içinden çıkmış. Bunları duyunca hayalgücünden yoksun olan beni çekiyor haliyle şehir. Ne dersiniz gitmeli mi? İ. hergün 40 dakika yol gitse birşey olmaz inşallah değil mi?
.
Cuma akşamı bu caddeler öyle güzeldi ki. Birbirinden şık kadınlar, adamlar ve gençler. Tam köşede 3 kap yemek bilmem kaç pounda diye yazan bir tabela gördük restoranda, a bak, tıpkı bizler gibi, derken bir de baktık ki bir Türk çıktı içeriden. Türk müsünüz, hebele gak guk olduk birden. Tabii biz henüz hasretlik çekmediğimizden gelen abinin hasretin getirdiği heyecanla konuşmasına aynı heyacanla karşılık veremedik. Donuk tepkimizle kalakalan abinin hali sonradan içimi yaktı.
.
Burada gökyüzü, bulutlar, bulutlanmalar öyle güzel ve öyle farklı ki. Ömrümde bunca pamuksu, bol bulut görmemiştim ben. Bir de bayıldığım ışık hüzmeleri çok sık çıkıyor ortaya. Günbatımları da enfes olur tahminimce ama bulutlar pek sıra vermiyor onlara.
.
Büyük Glasgow Üniversitesi’nin küçük bir binası.İskoçya Birleşik Krallık’ın İngiltere’den sonraki en büyük ülkesi. İngiltere’ye bağlı ama başkenti, bayrağı ve senatosu vesairesi farklı. Ve ne ilginçtir ki eğitim ve sağlık bakımından İngiltere’den çok daha iyiymiş şartları. Bu yüzden Londra civarındansa buraya yerleşmek kesinlikle çok cazip gelmişti bana. Üstelik oralara göre nispeten daha ucuz. Hem de sıcakkanlı insanları. Ve hem de -bir yanı kırık olanlara düşkünlüğüm- var benim. Malum Braveheart’tan bildiğimiz üzere İngilizler tarafından ezilmiş bir toplum.İngiltere’den tek olumsuz tarafı bence; havası daha soğuk sanırım. Gerçi ha bir eksik, ha bir fazla artık bu noktadan sonra.
.

İskoçya, yeşil, yeşil, yeşil! Alabildiğine ve derince. Evlere bakıyoruz, evlerin ardı yeşil. Şehrin eski yapılarıının odaklandığı merkezi dışında her yer yeşil. Sahici yeşil. Ve ümidim ve duam; bu engin yeşilliğin, gün boyu illa ki yağan yağmur rahmetinin ve bunların getirdiği temizliğin oğullarımın astımları için şifaya vesile olması.
.
Ev arayınca okul vesaireye yakın olsun diye tavsiye almak da sözkonusu olunca, cadde, semt isimlerini ilk haftadan öğrenmeye başladık. Öğrendiğim hemen her isim birşeyi çağrıştırıyor bana. Misal; Yorkshire, Rivershire vesaire, direkt Robin Hood filmlerini, Jordan Hill, Nothing Hill filmini çağrıştırıyor, Wallace Street, Wallace Primary School gibi isimler de elbette William Wallace’ın ta kendisini anımsatıyor.
.
Ben kızıl insanları çok severim. Hele ki bakır kızılı saçların delisiyim. Özenip yıllarca saçlarımı bu renge boyatmışlığım vardır, kuaför fobime rağmen üstelik. Şimdi kızılların içine düştüm tam da. Mes’udum bu sebepten. Kız, erkek çocuklarının birçoğu çok güzel. Kadınlar güzel. Hem de ilginç bir biçimde kuru, sıska İngilizler gibi değiller. Gayet dolgun ve anaçlar. Ama estetik, zayıf ve narinler de. Bazı anneler sanki bir film karesinden fırlamış gibi, gerçek olamayacak denli öyle güzeller ki. Bir bahaneyle seyrediyorum böylelerini:) Benim güzel yaratılmış olan herşeye bakmak gibi bir hasletim de var üstelik. Varın siz düşünün gerisini.
.
Burada güneş çok kıymetli. Ben bile bir haftada anladım güneşin değerini. Ne zaman güneş bulutlardan sıyrılsa kapıp derhal dışarıya çıkarıyorum bebelerimi.Yazacak çok şey var tabii. Lakin bir yazıya sığmaz diyeceklerim. O yüzden şimdilik burada keseyim. Arkası yarın inşallah diyeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder