8 Mayıs 2012 Salı

Şirince Köyü



Benim hakkında hiçbir fikre sahibi olmadığım, bir kere bile gitme fırsatı bulmadığım ama sırf ismine bayıldığım yerlere tutkum vardır. Misalen bir yeri sevmem için isminde köy geçmesi yeterlidir. Ya da vadi, ya da ova, ya da kasaba gibi. Bu türden yerleri duyduğum an, aydınlık ve  ferah ortamların hayalinin içinde bulurum kendimi. İçim ısınır, keyiflenir ve mümkünse o hayali uzatırım.
İşte böylesi bir yere gitmiştik İzmir’de. Şirince Köyü. İsmi hem köydü hem de Şirince’ydi, haliyle gitmemek mümkün değildi.
.

Şirince hayal kırıklığına uğratmadı beni. Çarşısı da güzeldi ama bilhassa köy içi mest etti beni. Kendi halinde dar ve taşlı sokakları, mütevazi ama özel evleri harikaydı.

Köy epeyce tepede mevzilenmiş. Meğerse bize Spil Dağı’nın bir ön çalışması gibiymiş. Çık çık bitmiyordu. Neyse ki burada yollar ıssız değildi, hatta fazla kalabalıktı. Nitekim tur otobüslerinin biri gidip biri geliyordu.
 .

Köyün meydanı tam burasıydı. Güneşli, aydınlık ve serin bir Pazar sabahıydı. Meydanda Köy Kahvesi vardı. Burada turistler, köyün yerlileri oturmuş sohbet ediyordu. Ve genellikle kahve içiliyordu.
.

Bu köy kahvesine varıp da Sakızlı Türk Kahvesini tatmamak olmazdı. Elbette oturduk bizde. Çocukları rahatça meydana bırakıp, oturup ağaç gölgesinde keyifle kahvelerimizi yudumladık.
.
İstedim ki gezilerimiz çocuklarımın hafızasında mutlu bir hatıra olarak kalsın. Bu yüzden öksürüğü devam eden Selim’e yılın ilk dondurmasını aldım. Kendimi de, onu da -çivi çiviyi söker- iddiasıyla kandırdım. Doğrusu işe yaradı. Ve bu deyimo günden beri Selim’in diline pelesenk oldu.
Ellerine de iki adet basit şey kondurdum. Biri kurbağayı, biri köpeği aldı. Böylece yol boyunca ellerindeki yeni oyuncaklarla meşgul, mutlu ve mesuttular. Ve biz kahvelerimizi içerken köy meydanında turladılar.
.

Şirince Köyü’nün çarşısı güzeldi. Ve elbette turistikti. Sevdiğim pek çok şey vardı; Şile bezinden yapılmış dantelli giysiler, Türk işi ipekten, pamuktan şallar, sakızlı reçeller, marmelatlar harikaydı. Ama benim aklım Osmanlı işi gümüşlerde ve bilhassa yüzüklerde kaldı. Alamadım. Zira dar sokaklarda iki çocuğu zaptederken maaselef oyalanamadım.
.

Çarşı’da bilmediğimiz pek birşey yoktu esasında. Bu yüzden orası benim için asıl değildi. Ben köye meraklıydım. Bu yüzden mümkün olduğunca köyün içine girmek arzusundaydım. Ancak bebek arabasıyla ve iki erkek çocukla bu kırık taşlı ve çok eğimli yollara girmek mümkün olmadı. Dolayısıyla çocukları bırakıp İ. ile belli bir yere kadar tırmandım, bir parça köy içine kafayı uzattım. Manzara harikaydı.
.

Çarşının hemen bitiminde, biraz sokulunca köy içine yukarıdaki manzara ve bu teyze ile karşılaştım. Keşke dedim girişken ve sokulgan biri olsaydım da gidip yanına konuşsaydım. Tek yapabildiğim gidip soldaki kırmızılı örtüyü almaktı. Sonradan ah vah ettim, keşke dedim birkaç tane daha alsaydım. Ve hızlı düşünmediğim zamanlara hayıflandım. Üstelik bu örtüyü de düşürdüm bir yerde. Hasılı kısmet olmadı.
.

Az önceki yerden biraz daha sokulunca işte bu mekanlara ulaştım. Ah keşke köyün derinliklerine gidebilseydim. Hatta görünmez olup rahatça baksam, rahatça fotoğraflasaydım.
.

Pinterest’ten beridir farkettim ki kapı fotoğraflarını çok seviyorum. Arkasında ne olduğuna, ne türden hikayelerin yaşanmış ve yaşanıyor olduğuna dair şimşek hızıyla düşünceler geçiyor aklımdan böylesi fotoğraflara bakınca. Mutlu ve hüzünlü hikayeler geliyor hep aklıma. Zira yaşanmışlık demek kapılar… Kim bilir kimler geldi, kimler geçti demek bir nevi.
.

Şirince Köyü’nün tezgahları da keyifliydi. Rengarenk reçeller, zeytinyağları, mandalinalar, portakallar, narlar ve daha neler… Ben narı çok severim, nar suyunu görünce de hiç vakit kaybetmedim.
.

Tezgahlarda kalıp kalıp zeytinyağı sabunları vardı. Ne aldın derseniz, neredeyse koca bir hiç aldım. Zira taşınma nedeniyle satın alma fikrini aklımdan çıkarmıştım. Bir de heyecanlı ve çocuklardan yana biraz bulanıktım. Keşke diyorum şimdi, hiç olmazsa herkese sakız reçeli alsaydım.
.

Sağ alt köşedeki bina Şirince İlköğretim Okulu. Bir yamacın hemen tepesinde, efil efil esen tatlı rüzgarla okşanan, güneşe açık, yeşilliklerle çevrili pırıl pırıl bir okul.
Ben burada çok mutlu çocukların hayalini kurdum. Hatta kendi çocuklarımı da bu eğimli girişten neşeyle içeri girerken gördüm. Mahalle arkadaşıyla aynı zamanda okul arkadaşı olan, sarmaş dolaş okula varan, belki yaka paça dağınık, belki ellerinde patlak bir topla ama tatminkar ve mutlu çocuklar hayal ettim işte.
.

Derken Şirince Köy Mutfağı’na vardık. Ne güzel yerdi. Zaten ben farkettim ki, bir yerde mavi ile beyaz birleşti mi benim için kafiydi. Burada çeşit çeşit gözlemeler vardı. Selim çikolatalıyı yedi tabii, ben de patlıcanlıyı denedim. Aç değildim ama istekliydim. Üstelik Kerim dahi yedi benimkini.
.







Şirince Mutfağı işte böylesi ferah, temiz ve keyifli bir yerdi. Önü Şirince çarşısına, arkası ferah yeşilliklere bakan ve oturanın gözünü, gönlünü açan bir yerdi.
.

Şirince Mutfağı’ndan baktığımda gördüğüm bu manzaraysa ayrıcalıklı ve bence enfesti. Tepeler, güzelim evler, henüz çiçeklenmiş ağaçlar, bahçede güneşte kurumaya bırakılmış çamaşırlar,  balkona az az önce asılan ve burnuma ıslak kokusu gelen çarşaflar,  çocukluğumu hatırlatan detaylar, herşey çok güzeldi.
.



Ve son kalanlar: Mor Salkımlar, bahar dalları ve önü açık tepelere bakan tarlalar…

Hiç yorum yok: