7 Şubat 2012 Salı

Kalabalık Aileye Geçiş



Çok kalabalık bir ailede büyüdüm ben. Haliyle hep kalabalıktı etrafım. Ben evde hiç yalnız kalmadım mesela. Abilerim ve ablalarımla çepeçevre sarıp sarmalanmıştım. Kendini çok sert bir kabuğun ardına saklayan ve dairesine çoğunlukla bizi sokmayan, yılda bir kez belki başımızı okşayan bir babam vardı, ona rağmen ne sevgisizlik ne ilgisizlik ne de yoksunluk hissettim. Çünkü beni ziyadesiyle seven ve ilgilenen aile bireyleriyle doluydu etrafım. Biri olmasa bir diğeri vardı. Yanı birileri illa ki vardı. Evdeki hazin hikayelerin tam da çocukluğuma denk gelmesi sebebiyle, trajik hatta travmatik bir çocukluk geçirdim ama buna rağmen içimdeki iyiliği kaybetmedim, çünkü bana verilen sıcak, samimi ve gerçek bir sevgi vardı. En büyük kaynağı da annemdi.
Hiçbirimizin kendine ait bir odası olmadı, hiçbir zaman! Kaldı ki böyle bir beklentisi de yoktu hiçbirimizin. Hatta sobalı bir evde yaşadığımız için cümbür cemaat aynı odada yatar, aynı odada güne başlardık. Bu durumdan hiç de şikayetçi olmadık. Şikayetçi olmak aklımıza dahi gelmezdi zira biz durumumuzdan memnunduk. Öyle büyük beklentilerimiz yoktu salt kendimize dair. Küçük çocukların yetişkinlerden çok daha uyumlu ve olgun olduğu zamanlar vardır ya, öyleydik sanırım. Şartlarımızın farkındaydık ve kişisel taleplerimiz küçük oranda karşılanmışsa kendimizi ekstra mutlu sayardık. Doğal ortamında -BİZ- olmayı öğrenmiştik hasılı. Bu yüzden bencil -BEN- den uzaktık.
Hiçbir zaman keşke tek çocuk olsaydım da bütün ilgi, ihtimam ve imkan bende olsaydı demedim, ben kardeşlerimle olmaktan, kalabalıktan çok mutluydum. Bu yüzden tek çocuklu hatta iki çocuklu aileler bana hep sıkıcı gelirdi. Onların yalnızlığını düşünürken beni sıkıntılar basardı. Hala bu hissi taşırım.
Süper imkanlarla büyütülmedik. Bilakis çoğunlukla yokluk çektik. Annem ve babam, aman çocuğumuza bir zeval gelmesin, diyerek ne özel bir çaba ne de özen de gösterdi. Şimdikinin her anı planlı, programlı ve fazlaca ihtimamlı ebeveynliğinden çok uzaktı bizimkilerin ebeveynliği. Gelişine göre büyütüldük, hayatın getirdiği rutin akışa göre, yani Allah ne verdiyse. Dikkat ettikleri iki şey vardı; biri okula gitmemiz, diğeri de dinimizi bilmemiz.
Babam ileri görüşlüydü, bizim oralarda kızların okula dahi yazdırılmadığı zamanlarda kendi elleriyle bizi okula teslim etti. Ama hepsi bu kadardı. Gerisi bize kalmıştı.
Kalabalık ile olmanın büyük getirileriyle büyüdüm ben, hele ki evin de en küçüğü olunca bu getirilerden en büyük payı ben aldım. Güven duygusuyla büyüdüm en çok. Arkamda abilerim ve ablalarım vardı. İkinci ve en önemlisi bence;
“Kalabalığın getirdiği çeşitlilik ve zenginlikle ben de çeşitlilik ve zenginlik kazandım. Evdeki insan sayısı arttıkça aldığım bilgi ve birikim de doğru orantılı olarak arttı haliyle.”
Büyük ablam annem gibiydi. Herşeyi ona sordum, çok şeyi o öğretti. Çok zeki, çok özel ve çok yetenekli biriydi ablam, harikulade resimler yapar, harika Türk Sanat Müziği söyler, çok iyi dikiş dikerdi. Hatta öylesine iyiydi ki, hocası diktiği bir gömleğin kusursuzluğundan işkillenerek onu hazır almak ve kendisini kandırmakla suçlamıştı. Çok titiz, temiz ve narin çalışırdı. Küçüklüğümdeki birbirinden güzel tasarımlı elbiseleri bana o dikerdi. Burda dergileri ile onun vesilesiyle tanışmıştım. Puantiyeli, pötikareli kumaşlara sevdam ta çocukluğumdan kalmadır. Böylesi çokca giysim vardı çünkü. Hatta öyle güzellerdi ki, o zamanda, hele ki yaşadığım yerde bulunmadıklarından genelde çalınırlardı. İlkokulda 23 Nisan törenleri için Pamuk Prenses seçildiğimde bana prenses kıyafetini diken de oydu. Beni çok severdi büyük ablam. Ben de onu. Ne yazık ki çok hazin, çok kayıp bir hayatı oldu.
Abilerim vardı. Kendi dünyalarında yaşayan ama bana da uzak durmayan. Onları hep kalabalık çevreleri ve dinledikleri müziklerle anımsarım. Barış Manço, İlhan İrem, Fikret Kızılok, Cem Karaca bana hep onları çağrıştırır. Biri İstanbul’da yaşardı ve bana o güne dek kimselerde olmayan oyuncak bebekler ve giysiler yollardı. 70′lerin güderi ve tüylü Afgan paltolarına sevdam da bu zamandan kalmadır, zira böylesi harika bir paltom vardı. Bir sonraki abim çok yakışıklıydı. Cüneyt Arkın’ın gençlik versiyonu. Kızlar peşini bırakmazdı. Öyle ki abimden dolayı bana prenses gibi davranırlardı. Evimize aşk mektupları doluşurdu. Kim olsa çapkın olurdu ama abim çapkınlık yapmazdı olsa olsa ne yapacağını bilmez durumdaydı. Çok edepli, çok efendi ve çok merhametliydi. Ve ailemizin neredeyse her bireyi gibi o da çok iyi resim çizerdi. Bir diğer abimin -şeker abi-ydi lakabı. Çok sevecen, hareketli ve şakacıydı. Eve ne zaman gelse ev şen şakrak olurdu. Yanısıra doğaya karışmayı ve kendiyle kalmayı da pek severdi. Misalen dağa çıkardı tek başına ve orada uzunca süre kalırdı. Köye gider, geri gelmek bilmezdi. Bazen babam gidip onu köyden toplardı. Yaban hayatına aşıktı hasılı. Kendine ait bir havası ve karizması vardı. Onu tanıyanlar ondan kopmazdı. Çok şeye meraklıydı ama en çok müziğe sevdalıydı. Saz ve tanbur çalardı. Kendi kendine, öylece. Bir de güzel yazı ustasıydı.
Abilerimin kalabalık bir çevresi vardı. Çokça arkadaşları. Onlar dahi beni pek severdi. Bazen beni alıp gezmeye götürürlerdi. Şehrin kalelerinden birine çıkar, kağıttan uçak yapar, bana uçtururlardı. Küçük abim her işte çalışırdı. Sosyaldi, girişkendi ve hiç çekinmezdi. Bir şekilde para kazanır ve kazandığı üç beş kuruşla da bize daha önce adını dahi duymadığımız çikolatalar, tatlılar alırdı. Bir de harçlık verirdi bana ki bu benim için çok özeldi. Hep babacandı tıpkı şimdiki gibi. Zaten babam yokluğunda beni ona emanet etmişti.
Diğer ablalarımın da çokça arkadaşları vardı. Zaman zaman onların peşine takılırdım. Bu vesileyle 5 yaşımda daha, kendim örnek çıkararak kanaviçe, etamin, tığ, şiş ne varsa yapabiliyordum. Hatta sokak kapısına oturur öylece işlemeye başlardım da gelenin gidenin maskarası olurdum. Yanısıra çok da sevilir, komşularımızdan hediyeler alırdım.
Okuma yazmayı, saymayı, resim yapmayı “çok küçükken öğrenmiştim gene. Öyle ki, büyük ablam benimle arkadaşlarına hava atardı. Beni arkadaşlarına götürür, bakın benim kardeşim sayabiliyor, der ve bana -say- emrini verirdi. Utangaç bir çocuktum, yanısıra emrivakilerden ve baskıdan hoşlanmazdım, saymazdım bazen ve ablam deliye dönerdi. Havası çabuk inerdi hasılı. Büyük ablam Türk Sanat Müziğine düşkündü dediğim gibi, ben de bu vesileyle ilkokul çağlarımda en ağır parçaları dahi söylerdim: Akşam oldu hüzünlendim ben yine, Zeytin gözlüm sana meylim nedendir, Kapat gözlerini kimse görmesin yalnız benim için bak yeşil yeşil gibi… Ah ne güzel şarkılardı. Dediğim gibi abimler müzik aletlerine meraklıydı, bu sebeple çok küçük yaşta müzik aletleriyle tanıştım. Saz, Tanbur, Mızıka gibi..
Küçük ablam çok sosyaldi. Benim aksime herkesle muhabbete girer, mahallede herkese rahatça girer çıkar, hemen arkadaşlık kurar, herkes tarafından hemen kabul görür, sevilir, sarmalanırdı. Benim bir büyüğüm olduğundan biraz hırlaşırdık. Hep beni taklik ediyorsun derdi. Anneme şikayet ederdi bazen. Anne, ben ekmeği ıslatıp yiyorum onu bile taklit ediyor derdi. Gıcıkmışım demek. Bir tek okulunu taklit edemiyordum, hatta hatırlıyorum bazı günler, neden o okula gidiyor da ben gidemiyorum diye ağlar da ağlardım. Onun da çok hazin, hani filmlerde, romanlarda olsa -aman be canım, bu kadar da olur mu- dedirten hikayelerden daha beter, çok zor bir hayatı oldu. Öyle örneklerle dolu ki kardeşlerimin hayatı her birinden son derece hazin romanlar çıkarmak olası. Ancak yazmayı hiç düşünmüyorum, zira zihnimden ve dahası yaşayanın zihninden silinmesi için dualar ediyorum.
Tüm bunlara rağmen, onca travmaya ve ağır acılara, hüzne rağmen kalabalık ailelere sevdalıyım. Seviyorum o kabalığı, renkliliği, çeşitliliği, her birinden birşey kapmayı, hatta odasızlığı, özel ihtimamdan uzak kendi halinde büyümeyi, çabayla sıyrılmayı, anneye ve babaya bel bağlamadan gayretle kendini ortaya koymayı, başka yol olmamasını. Dedim ya ben küçükken beni okula yazdırdı babam ve ondan sonra ben yapayalnızdım. Ne kimse bana dersin nasıl dedi, ne ben kimseye sordum, ne ödevini yap dediler. Öyleydi çünkü, kendi başımızın çaresine bakmaya alışkındık. Ödevlerimi de kendim yaptım, okuluma da kendim gittim. Hiç de başarısız olmadım. Hatta bilakis gözbebeğiydim hep öğretmenlerimin.
İşin güzel tarafı; onca eksikliğe, yokluğa, ilgisizliğe ve hazin hikayeye rağmen içimizden hiç kimse ne annemi, ne babamı ne de hayatı suçlamadı. Neden bize şunu şunu şöyle yapmadınız deyip de veryansın etmedi. Herkes gizli bir antlaşma yapmışçasına durumu gayet olağanlıkla kabullenmişti. Hani şimdilerde gençlerin çokça başvurduğu yöntem; bana şunu şunu yapsaydınız böyle olmazdı türünden cümleler bizim evde hiç zikredilmedi hatta tahminim zihinlerimizden dahi geçmedi. Hepimiz şunu kabullendik sanırım; o zamanın şartlarına göre öyle olması gerekmişti. Olaylar kimimiz için kötü gelişmişse de ortaya insani anlamda kötü sonuçlar çıkmadı. Bakıyorum kardeşlerime, duygusu son derece yüksek, sömürülecek denli merhametli, iyi yürekli, çok verici, paylaşımcı, çalışkan ve dürüst insanlar görüyorum. İşte buraya varınca bir düşüncedir alıyor beni.

Örneklere, kaynaklara, çıkardığım sonuca ve vardığım duruma gelince bunu da yarın söyleyeyim→

Hiç yorum yok: