Çok
kalabalık bir ailede büyüdüm ben. Haliyle hep kalabalıktı etrafım. Ben
evde hiç yalnız kalmadım mesela. Abilerim ve ablalarımla çepeçevre sarıp
sarmalanmıştım. Kendini çok sert bir kabuğun ardına saklayan ve
dairesine çoğunlukla bizi sokmayan, yılda bir kez belki başımızı okşayan
bir babam vardı, ona rağmen ne sevgisizlik ne ilgisizlik ne de
yoksunluk hissettim. Çünkü beni ziyadesiyle seven ve ilgilenen aile
bireyleriyle doluydu etrafım. Biri olmasa bir diğeri vardı. Yanı
birileri illa ki vardı. Evdeki hazin hikayelerin tam da çocukluğuma denk
gelmesi sebebiyle, trajik hatta travmatik bir çocukluk geçirdim ama
buna rağmen içimdeki iyiliği kaybetmedim, çünkü bana verilen sıcak,
samimi ve gerçek bir sevgi vardı. En büyük kaynağı da annemdi.
Hiçbirimizin
kendine ait bir odası olmadı, hiçbir zaman! Kaldı ki böyle bir
beklentisi de yoktu hiçbirimizin. Hatta sobalı bir evde yaşadığımız için
cümbür cemaat aynı odada yatar, aynı odada güne başlardık. Bu durumdan
hiç de şikayetçi olmadık. Şikayetçi olmak aklımıza dahi gelmezdi zira
biz durumumuzdan memnunduk. Öyle büyük beklentilerimiz yoktu salt
kendimize dair. Küçük çocukların yetişkinlerden çok daha uyumlu ve olgun
olduğu zamanlar vardır ya, öyleydik sanırım. Şartlarımızın farkındaydık
ve kişisel taleplerimiz küçük oranda karşılanmışsa kendimizi ekstra
mutlu sayardık. Doğal ortamında -BİZ- olmayı öğrenmiştik hasılı. Bu
yüzden bencil -BEN- den uzaktık.
Hiçbir
zaman keşke tek çocuk olsaydım da bütün ilgi, ihtimam ve imkan bende
olsaydı demedim, ben kardeşlerimle olmaktan, kalabalıktan çok mutluydum.
Bu yüzden tek çocuklu hatta iki çocuklu aileler bana hep sıkıcı
gelirdi. Onların yalnızlığını düşünürken beni sıkıntılar basardı. Hala
bu hissi taşırım.
Süper
imkanlarla büyütülmedik. Bilakis çoğunlukla yokluk çektik. Annem ve
babam, aman çocuğumuza bir zeval gelmesin, diyerek ne özel bir çaba ne
de özen de gösterdi. Şimdikinin her anı planlı, programlı ve fazlaca
ihtimamlı ebeveynliğinden çok uzaktı bizimkilerin ebeveynliği. Gelişine
göre büyütüldük, hayatın getirdiği rutin akışa göre, yani Allah ne
verdiyse. Dikkat ettikleri iki şey vardı; biri okula gitmemiz, diğeri de
dinimizi bilmemiz.
Babam
ileri görüşlüydü, bizim oralarda kızların okula dahi yazdırılmadığı
zamanlarda kendi elleriyle bizi okula teslim etti. Ama hepsi bu kadardı.
Gerisi bize kalmıştı.
Kalabalık
ile olmanın büyük getirileriyle büyüdüm ben, hele ki evin de en küçüğü
olunca bu getirilerden en büyük payı ben aldım. Güven duygusuyla büyüdüm
en çok. Arkamda abilerim ve ablalarım vardı. İkinci ve en önemlisi
bence;
“Kalabalığın getirdiği çeşitlilik ve zenginlikle ben de çeşitlilik ve zenginlik kazandım. Evdeki insan sayısı arttıkça aldığım bilgi ve birikim de doğru orantılı olarak arttı haliyle.”
Büyük
ablam annem gibiydi. Herşeyi ona sordum, çok şeyi o öğretti. Çok zeki,
çok özel ve çok yetenekli biriydi ablam, harikulade resimler yapar,
harika Türk Sanat Müziği söyler, çok iyi dikiş dikerdi. Hatta öylesine
iyiydi ki, hocası diktiği bir gömleğin kusursuzluğundan işkillenerek onu
hazır almak ve kendisini kandırmakla suçlamıştı. Çok titiz, temiz ve
narin çalışırdı. Küçüklüğümdeki birbirinden güzel tasarımlı elbiseleri
bana o dikerdi. Burda
dergileri ile onun vesilesiyle tanışmıştım. Puantiyeli, pötikareli
kumaşlara sevdam ta çocukluğumdan kalmadır. Böylesi çokca giysim vardı
çünkü. Hatta öyle güzellerdi ki, o zamanda, hele ki yaşadığım yerde
bulunmadıklarından genelde çalınırlardı. İlkokulda 23 Nisan törenleri
için Pamuk Prenses seçildiğimde bana prenses kıyafetini diken de oydu.
Beni çok severdi büyük ablam. Ben de onu. Ne yazık ki çok hazin, çok
kayıp bir hayatı oldu.
Abilerim
vardı. Kendi dünyalarında yaşayan ama bana da uzak durmayan. Onları hep
kalabalık çevreleri ve dinledikleri müziklerle anımsarım. Barış Manço,
İlhan İrem, Fikret Kızılok, Cem Karaca bana hep onları çağrıştırır. Biri
İstanbul’da yaşardı ve bana o güne dek kimselerde olmayan oyuncak
bebekler ve giysiler yollardı. 70′lerin güderi ve tüylü Afgan
paltolarına sevdam da bu zamandan kalmadır, zira böylesi harika bir
paltom vardı. Bir sonraki abim çok yakışıklıydı. Cüneyt Arkın’ın gençlik
versiyonu. Kızlar peşini bırakmazdı. Öyle ki abimden dolayı bana
prenses gibi davranırlardı. Evimize aşk mektupları doluşurdu. Kim olsa
çapkın olurdu ama abim çapkınlık yapmazdı olsa olsa ne yapacağını bilmez
durumdaydı. Çok edepli, çok efendi ve çok merhametliydi. Ve ailemizin
neredeyse her bireyi gibi o da çok iyi resim çizerdi. Bir diğer abimin
-şeker abi-ydi lakabı. Çok sevecen, hareketli ve şakacıydı. Eve ne zaman
gelse ev şen şakrak olurdu. Yanısıra doğaya karışmayı ve kendiyle
kalmayı da pek severdi. Misalen dağa çıkardı tek başına ve orada uzunca
süre kalırdı. Köye gider, geri gelmek bilmezdi. Bazen babam gidip onu
köyden toplardı. Yaban hayatına aşıktı hasılı. Kendine ait bir havası ve
karizması vardı. Onu tanıyanlar ondan kopmazdı. Çok şeye meraklıydı ama
en çok müziğe sevdalıydı. Saz ve tanbur çalardı. Kendi kendine, öylece.
Bir de güzel yazı ustasıydı.
Abilerimin
kalabalık bir çevresi vardı. Çokça arkadaşları. Onlar dahi beni pek
severdi. Bazen beni alıp gezmeye götürürlerdi. Şehrin kalelerinden
birine çıkar, kağıttan uçak yapar, bana uçtururlardı. Küçük abim her
işte çalışırdı. Sosyaldi, girişkendi ve hiç çekinmezdi. Bir şekilde para
kazanır ve kazandığı üç beş kuruşla da bize daha önce adını dahi
duymadığımız çikolatalar, tatlılar alırdı. Bir de harçlık verirdi bana
ki bu benim için çok özeldi. Hep babacandı tıpkı şimdiki gibi. Zaten
babam yokluğunda beni ona emanet etmişti.
Diğer
ablalarımın da çokça arkadaşları vardı. Zaman zaman onların peşine
takılırdım. Bu vesileyle 5 yaşımda daha, kendim örnek çıkararak
kanaviçe, etamin, tığ, şiş ne varsa yapabiliyordum. Hatta sokak kapısına
oturur öylece işlemeye başlardım da gelenin gidenin maskarası olurdum.
Yanısıra çok da sevilir, komşularımızdan hediyeler alırdım.
Okuma
yazmayı, saymayı, resim yapmayı “çok küçükken öğrenmiştim gene. Öyle ki,
büyük ablam benimle arkadaşlarına hava atardı. Beni arkadaşlarına
götürür, bakın benim kardeşim sayabiliyor, der ve bana -say- emrini
verirdi. Utangaç bir çocuktum, yanısıra emrivakilerden ve baskıdan
hoşlanmazdım, saymazdım bazen ve ablam deliye dönerdi. Havası çabuk
inerdi hasılı. Büyük ablam Türk Sanat Müziğine düşkündü dediğim gibi,
ben de bu vesileyle ilkokul çağlarımda en ağır parçaları dahi söylerdim:
Akşam oldu hüzünlendim ben yine, Zeytin gözlüm sana meylim nedendir,
Kapat gözlerini kimse görmesin yalnız benim için bak yeşil yeşil gibi…
Ah ne güzel şarkılardı. Dediğim gibi abimler müzik aletlerine
meraklıydı, bu sebeple çok küçük yaşta müzik aletleriyle tanıştım. Saz,
Tanbur, Mızıka gibi..
Küçük
ablam çok sosyaldi. Benim aksime herkesle muhabbete girer, mahallede
herkese rahatça girer çıkar, hemen arkadaşlık kurar, herkes tarafından
hemen kabul görür, sevilir, sarmalanırdı. Benim bir büyüğüm olduğundan
biraz hırlaşırdık. Hep beni taklik ediyorsun derdi. Anneme şikayet
ederdi bazen. Anne, ben ekmeği ıslatıp yiyorum onu bile taklit ediyor
derdi. Gıcıkmışım demek. Bir tek okulunu taklit edemiyordum, hatta
hatırlıyorum bazı günler, neden o okula gidiyor da ben gidemiyorum diye
ağlar da ağlardım. Onun da çok hazin, hani filmlerde, romanlarda olsa
-aman be canım, bu kadar da olur mu- dedirten hikayelerden daha beter,
çok zor bir hayatı oldu. Öyle örneklerle dolu ki kardeşlerimin hayatı
her birinden son derece hazin romanlar çıkarmak olası. Ancak yazmayı hiç
düşünmüyorum, zira zihnimden ve dahası yaşayanın zihninden silinmesi
için dualar ediyorum.
Tüm
bunlara rağmen, onca travmaya ve ağır acılara, hüzne rağmen kalabalık
ailelere sevdalıyım. Seviyorum o kabalığı, renkliliği, çeşitliliği, her
birinden birşey kapmayı, hatta odasızlığı, özel ihtimamdan uzak kendi
halinde büyümeyi, çabayla sıyrılmayı, anneye ve babaya bel bağlamadan
gayretle kendini ortaya koymayı, başka yol olmamasını. Dedim ya ben
küçükken beni okula yazdırdı babam ve ondan sonra ben yapayalnızdım. Ne
kimse bana dersin nasıl dedi, ne ben kimseye sordum, ne ödevini yap
dediler. Öyleydi çünkü, kendi başımızın çaresine bakmaya alışkındık.
Ödevlerimi de kendim yaptım, okuluma da kendim gittim. Hiç de başarısız
olmadım. Hatta bilakis gözbebeğiydim hep öğretmenlerimin.
İşin güzel
tarafı; onca eksikliğe, yokluğa, ilgisizliğe ve hazin hikayeye rağmen
içimizden hiç kimse ne annemi, ne babamı ne de hayatı suçlamadı. Neden
bize şunu şunu şöyle yapmadınız deyip de veryansın etmedi. Herkes gizli
bir antlaşma yapmışçasına durumu gayet olağanlıkla kabullenmişti. Hani
şimdilerde gençlerin çokça başvurduğu yöntem; bana şunu şunu yapsaydınız
böyle olmazdı türünden cümleler bizim evde hiç zikredilmedi hatta
tahminim zihinlerimizden dahi geçmedi. Hepimiz şunu kabullendik sanırım;
o zamanın şartlarına göre öyle olması gerekmişti. Olaylar kimimiz için
kötü gelişmişse de ortaya insani anlamda kötü sonuçlar çıkmadı.
Bakıyorum kardeşlerime, duygusu son derece yüksek, sömürülecek denli
merhametli, iyi yürekli, çok verici, paylaşımcı, çalışkan ve dürüst
insanlar görüyorum. İşte buraya varınca bir düşüncedir alıyor beni.
Örneklere, kaynaklara, çıkardığım sonuca ve vardığım duruma gelince bunu da yarın söyleyeyim→
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder