Birkaç
zaman önceydi. İ. henüz gelmişti. Onun gelişi dahi içimdeki buhranı
gidermeye yetmemişti. Evde dayanamadığım bir kasvet ve sıkıntı vardı ya
da bana öyle geliyordu. Çıkmalıydım, zira boğuluyordum. Zaten bir
süredir, yürüyüş yapamıyor, hatta evden dahi çıkamıyordum. Çocukların
hastalığından dolayı en fazla doktora gidip gelmek üzere arabaya
yürüyordum.
Çıktım.
Yağmur yağıyordu. Kapişonu kafama geçirdim ve Kadıköy istikametine
geçtim. Hala pek keyifsizdim. Ne kulaklığımı taktım, ne müzik dinlemeye
koyuldum. Zira sadece üstüme düşen yağmur damlalarının pıtırtılarını
dinlemek istiyordum. Öyle ki zihnimde pervasızca dolaşan; ne idüğü
belirsiz, karamsar, karanlık cümlelere kulak kesmeyeyim. Hava temiz,
sesler güzeldi. Varmak istediğim noktaya bir an önce varmam gerekliymiş
gibi, hızlı hızlı geçiyordum her yeri.
Yağmurdan
dolayı başım eğik, adımlarıma, ıslak kaldırımlara göz gezdirebiliyordum
ancak. Bir de bazen sağımdan ve solumdan geçen insanlara. Hasılı eski
günlerdeki gibi güle oynaya bir halim yoktu. Çoklukla içimde fink atan
zevzek düşüncelere dikkat kesiliyordum. Yağmur pıtırtıları, giderek
çoğalan araba sesleri dahi onları susturmaya yetmiyordu. Çok arsızlardı
hatta hayasızlardı.
Dalgınlığımın
dip noktasında iken karşıma ansızın bir kadın çıktı. Kelimeleri tam
anlaşılmıyordu, sanki kulağımda kulaklık vardı ve kadın boşuna
konuşuyordu. Önce yol tarifi soruyor sandım. Kulak kabarttım. “Ehe!
Ben.. size sorayım../%& hastane &/=?! çıktım #+%&%? yol
param ?&%!? yok! verir misiniz? +#$&/?’!” gibi toparlayamadığım
bir cümle sarf etti. İstanbul’da yediğim kazıkların, aldatılmışlığın,
kandırılmışlığın ve bunlara bağlı ürkekliğin ve de zamanın getirdiği
güvensizliğin etkisiyle, anlayamadığım bu cümleye, reddetmeye
kilitlenmiş zihnimle, otomatikleşmiş şekilde, -a, yok- nevinden az
duyulur bir sesle karşılık verdim. Ve yüzümü yoluma çevirdim. Daha
saniyesinde derin bir pişmanlık hissettim. Zira kadının sarf ettiği
kelimelerin, beynimde olması gereken yerlere oturması, şekil alması ve
manalı bir cümle oluşturması o an başladı. Deminki arsız ve densiz
düşünceler sustu. Şimdi sorgular havada uçuşuyordu. Öyle ki soruların
hızına yetişemiyordum. Beri yandan kalbimle mantığım kapışıyordu. Kalbim
ve vicdanım beni yerden yere vururken, mantığım kendimi iyi hissetmem
adına oldukça soğuk yanıtlar veriyordu.
-Ah, sen n’aptın be kadın? Ya gerçekten parasız kalmışsa?…
-Yo, yo kesin kandırıyordur!
-Kılığı
kıyafeti düzgündü, öyle soyguncu gibi de değildi, olabilirdi belki
hastaneden acil çıkması gerekmiş ve parasını almayı ihmal etmişti.
-Belki de hastaneden kaçmış bir ruh hastasıydı ve uyduruyordu.
-Fazla film izlemişsin sen! Kadın besbelli muhtaçtı. Ah, üstelik büyük ablama da benziyordu.
-E, neden o kadar rahattı peki? İsterken hiç çekinmedi!
-Çok zordayken herşey olabilir, belki sadece bundandı. O kadın bu yağmurda nasıl evine gider şimdi?
-Bulur o yolunu bulur, belli ki bu işe aşinaydı. Dedim ya çok rahattı.
Birden
sert adımlarla geriye döndüm ve susturdum içimde kavga eden zevzekleri.
Yoktu, kadın yoktu! Uzun uzun yola baktım, yoktu! Çok pişmandım. Varsın
bin kez ahmak olsaydım, varsın beni bin kez kandırsaydı, varsın
cebimdeki üç beş kuruşun tamamını bıraksaydım da yeter ki içim böyle
yanmasaydı. Hem kandırsa beni n’olurdu ki? Ne kaybederdim? Olsa olsa
birkaç lira, bir kıymeti olabilir miydi ki Rıza-i Bari yanında.
Sıklıkla arkama dönüp bakarak, yoluma devam ettim. Karışmış, çok bulanık olmuştu içim. Düşündüm, önce dedim ki;
‘Ah bu
insanları aldatanlar; ne çok kızıyorum size. Sizin yüzünüzden, kim
sahici, kim yalancı bilemediğimizden, bizi septik manyaklara
dönüştürdüğünüzden kim bilir sahiden muhtaç olan birini ıskalıyorduk!’
Sonra
düşündüm, bunlar bahane değildi. Bana neymiş ki, kadın doğru mu
söylemiş, yahut yalandan mı demiş? Benim muhatabım, beni aldatanlar
değildi, o kadın da değildi, benim muhatabım o kişilerden çok öteydi.
Selim
bazen arkadaşlarını şikayet ediyor. A. bana oyuncağını vermedi, görür o,
bir dahakine ben de ona vermeyeceğim, diyor mesela. Gönlüm razı
gelmiyor bu düşünce tarzına ve hemen giriyorum araya: Selim’cim sen
doğru bildiğinden vazgeçme. Gene paylaş oyuncağını. Çünkü bizim davranışlarımızı başkalarının davranışları belirlememeli.
Biz doğru olanı yapmalıyız, her zaman ve daima. Üstelik sen iyilik
yaptıkça onun da davranışları değişebilir, o da iyileşmeye meyledebilir.
Ama inatlaşırsan daha daha kötüleşebilir hareketleri ve birbirinize
düşman kesilirsiniz. Oysa öbür türlü belki, iki iyi dost oluverirsiniz.
Şimdi bu
dediklerimi kendime uyarladığımda çok utanıyor ve derinden
yaralanıyorum. Benim davranışımın kaynağı belli: Rıza-i Bari. Yani ben
hep bunu gözetmeli ve buna riayet etmeliyim. O insan beni kandırıyor mu,
kandırmıyor mu gelgitinde kıvranırken kaybettim belki de güzel bir
imtihanı, oysa fikrimi sabitleseydim, deseydim ki;
“Benim davranışımı başkalarının davranışları belirlememeli, ben doğru, dosdoğru olmalıyım her daim Elif gibi..”
Başkalarının
davranışları, olaylar, kısaca göreceli kavramlar belirlememeli ki,
yolum sabit, kendim dimdik olabilmeliyim. O zaman ık-mık düşünceleri
içinde kıvranmaz, kesin ve kati düşüncelerin etkisiyle, düşünmeden,
süratle kararı verir ve geçerdim sınavımı. Olmadı. Çok pişmanım!
Kaldı ki,
ben dünyada hiçbirşeyin sebepsiz olmadığına ve tesadüf diye de birşeyin
bulunmadığına inananlardanım. Yürürken önüme düşen bir yaprağın bile bir
sebebi olduğuna inanıyorken ve dakikalarca bu sebebin ne olduğuna kafa
yorarken, karşıma çıkartılan bu kadının sebepsiz olduğuna bir türlü
inanmıyorum ve hikmeti her neyse sanki onu kaçırmışım gibi hissediyorum.
Kelebek Etkisi
diye adlandırılan teoriyi dahi kendimce şöyle yorumlarım: dünyanın
ucunda birine gösterdiğimiz bir tebessüm, dünyanın diğer ucunda büyük
değişimlere ve iyileşmelere neden olabilir. Tabii tersi de geçerli.
Şimdi düşünüyorum, ben o kadına yardım etmedim, ister ahmaklıktan, ister
aymazlıktan ne olursa olsun, kimbilir dünyaya ne tür bir kötülük
ettim?!! Hasılı ben bir eşeklik ettim, Allah affetsin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder