16 Ocak 2012 Pazartesi

Pazar Şamarı



Kerim’den beri; yaklaşık iki yıldır kesintisiz uyumuyorum. Hatta bırakın kesintisizi, delik deşik demek daha doğru olur gecelerim ve uykularım için. Haliyle yıllardır rüya da görmüyorum. Kim bilir gördüysem de hatırlamıyorum. Ta ki dün geceye dek. Dün gece, son derece kuvvetli ve üzerimde hala tazeliğini koruyan etkisi ile sarsıcı bir rüya gördüm. Normalde ne rüya anlatmayı ve ne de dinlemeyi sevmeyen ben, bu rüyanın manidarlığına hürmeten yazmak zorunda hissediyorum.
Nasıl bilmem ama işte rüyanın absürdlüğü diyelim, İlter’in pek önemsemediği ama kabul ettiğimiz ikinci bir eşi daha varmış. Hani sanki doğudaki gibi yardımcı niyetine kuma mı almış, bilmem ki. Derken birden bu hanımın, sandığım gibi İlter için çok da önemsiz olmadığını hatta kıymet düzeyinde beni epeyce solladığını farkediyorum. Şöyle ki;
İlter yurt dışına çıkmış gene ve ben hava yollarına ait, İlter’in doldurmuş olduğu bir broşürü buluyorum. Ancak o da ne, İlter eşi niyetine o hanımın adını yazmış. Yıkılıyorum. Ama sonra kendimi iyi hissetmek adına hemen zırvalıyorum: A, diyorum herhalde resmi nikahlı olan o ya, kayıtlara onu yazıyor haliyle diyorum. Rüyamda bile budalayım gördüğünüz gibi. Sonra düşünüyorum; A, ama yoo, bendim resmi nikahlı eşi diyorum. Hasılı ilk raundu kaybediyorum.
Eve gidiyorum. Yanımda birileri var ama kim bilmiyorum. Bana diyorlar ki, Bak, İlter gazeteye röportaj vermiş ve senden değil, hep O’ndan bahsetmiş. İlter’in ropörtajla ne işi olur demiyorum, herşey kabulüm. Sadece içimde derin bir yanma hissediyorum. Öyle ki, şu an yazarken dahi bu yanmayı hissediyorum. Gazeteyi okumaya davranıyorum ama o da ne, röportaj gazeteden kesilmiş. Absürdlükte David Lynch filmleri ile yarışıyorum. Hoş, ben onu filmlerinin de abuk rüyalardan ibaret olduğunu sanıyorum ya. Neyse, gazetenin içinde yazanları biliyorum her nasılsa, ama gene de bulmak, okumak istiyorum. Bana o hanım kesmiş diyorlar, içimde derin bir yarık açılıyor, demek öyle memnun kalmış ki röportajdan kendine saklamış diyorum.
Sonra öbür hanımı görüyorum; aynı evde yaşıyoruz ne de olsa. Bakıyorum pek keyifli, seviyor ve seviliyor diye epeyce neşeli. İçimi büyük bir haset duygusu kaplıyor. Ama kaptırmıyorum, çok da mağrurum. Ve hala makul olmaya uğraşıyorum; genç ve güzel bir kadın, ona bağlanmayacağını düşünmek hataydı diyorum. Bense beraber geçirdiğimiz zor ve uzun yıllara, anılara güvenmişim, heyhat diyorum. Üstelik atı alan, Üsküdar’ı geçmiş sen anca farkediyorsun diyorum. Pılımı pırtımı topluyorum, gitmeye koyuluyorum. Gitmeden o mağrur ve makul halimi bir an kaybediyorum, içimdeki çirkef duyguya yenilip hanım yokken odasına dalıyorum. Çekmecelerini karıştırıp gazeteyi arıyorum, bulamıyorum. Ama ona ait herhangi birşeye dokunmak bile içimi acıtıyor. Ah, rüyamda bile ne budalayım!
Derken bir zamanlar benim etrafımda pervane olan bir beyle, o hanımı gayet laubali muhabbet ederken buluyorum. Aldırmıyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar, üçüne de müstehak diyorum ve gene o mağrur, asilane edayla ortamı terkediyorum. Yanımda valiz niyetine de çöp poşetine doldurulmuş eşyalarımı alıyorum. Asilliğim kısa sürüyor biliyorum.(Birkaç zamandır evden gönderilecekleri bu poşetlerde tuttuğumdan zihnime kazınmışlar sanırım) Havalimanına gidiyorum, yanımda sadece Selim var. Ülkeyi terketmeye hazırlanıyorum ve valizlerimi (poşetlerimi) vermeye hazırlanırken Selim’i kaybediyorum. Hasılı perişan bir halde uyanıyorum.
Uyandığımda bir süre yatakta öylece o hisle yattım. İçim buruk, yüreğim yanık ve kırık. Tamam uyandım, rüyaydı biliyorum ama o pis hissi içimden atamıyordum. İlter’e anlattım, aman canıım rüya işte dedi. Uzatmayı sevmez bilirim böyle şeyleri. De, ben gençlik, tercih edilmiş genç kadın, bihaber olmak ve aldatılmak vs. hissi ile öylece kaldım.
Derken öğleden sonra oldu. Selim eline kağıt kalemi aldı ve resim çizmeye koyuldu. Seni çizeceğim annecim, dedi. Peki dedim. Sonra baktım koca bir kafa çizmiş ve gözün altında iki çizgi. Kirpik sandım, aaa dedim uzun kirpiklerimi de çizmeye başlamış ve biraz havalandım. Sonra olmaz olası o soruyu sordum, budalalığıma doymayayım:
-Selim, o iki çizgi ne?
-Senin gözünün altındaki kırışıklıklar.
-Ne! Ha!! Hö!
Önce kısa bir şok geçirdim. Gene budala olumlamalarıma geçmek istedim. Ne de osla bu ızdıraba dayanamıyordum.
-Hep mi böyleydi yoksa son bir kaç gün mü böyle? dedim. Son bir haftadır çocukların ağır hastalığı, üstüne benim hastalığımla çöken yüzüme bağlamak ve durumun geçiciliğe inandırmaktı kendimi niyetim. Hasılı acınacak haldeydim.
-Hep böyle annecim! Dedi Selim gayet kendinden emin.
-E, ama böyle denir mi? Kadınlar böylesi şeylere üzülebilir ? Hem ne öyle Caillou’nun babaannesi gibi çizmişsin ayıp değil mi?
-Ama bak dişlerini bembeyaz yaptım, dedi. Bana kendimi iyi hissettirmek istedi ama doğruyu söylemeden de kendini alamadı, ekledi:
-Kağıt beyaz ya hani.
Hasılı, on gündür iki çocuğun geçirdiği ağır hastalık, yetmezmiş gibi evin babasının da bu kervana katılması ve dahası benim de hastalıkta diğerleriyle yarışmam ve buna rağmen, perperişan halde evin için çırpınmam, evin iki erkeğinden tarafından yediğim iki sıkı Pazar Şamarı ile  ödüllendirildi.
Sonra oturdum, budala olumlamalarıma devam ettim ama bu kez sesliydim:
-Ben 12 yaşımdan beri gözlerimi, kirpik altlarımı ve neredeyse gözümün içini yani gözün en hassas, dokunulmaz bölgelerini bebe şampuanı olmadı sabunla yıkıyorum. Göz alerjimden dolayı. Sonra dişlerim daha beyaz olabilirdi ama 8 yaşındayken yüksekten düşünce dişim hasar gördü ve bir tek o azcık sarardı. Ayrıca son beş senede yaşlandım ben, yoksa daha terü tazeyim (!)
Kimseden ses gelmedi ama hassasiyetlerimi bilsinler istedim!
İşte harikulade çizimi Selim’in. Nerde Nimni‘nin zarafeti, nerde çökmüş Deli Anne’nin tipsizliği. Neyse ki boynundaki kırışıklıklar kazak giydiğimdenmiş, yoksa bugün tir tir titrerdim.

Hiç yorum yok: