Mutluluk; sabahın soğuk rüzgarı vururken yüze, cilalanmış gibi pırıl pırıl güneşli bir günde, 
“Bir masal ülkesine yetişmek üzere pedal çevirdiğini hayal ettiğim kişinin”
geçtiği kareyi yakalayabilmekte!
Mutluluk;
 gerçeküstü gibi gelen anların, zamanların, mekanların içinde, hatta ta 
kalbinde olduğumun farkına varmakta. Mutluluk; havanın ayaz mı ayaz 
olduğu bir İstanbul sabahında, varıp da Caddebostan’a, küçük çocuğu da 
teslim edip babaya; oyun parkında, gönül rahatıyla, elimi kolumu sallaya
 sallaya, gayet avare biçimde yaşamla hasbihal etmekte. 
“Yaşamın bu dinamik anında, alelade bir figüran değil, basbayağı başrol oyuncusu olduğumu hissetmek ta içimde!”
Ve mutluluk; Truman
 Show filmini anımsadığım bu kare üzerine düşünmekte. “Dünya sürekli 
yenilenen, oyuncuları sık değişen devasa bir filmse, çoğumuz figüran, 
azımız başrol oyuncusuyuz; ama kendimize ve birbirimize göre; göreceli 
hasılı kimin nerede yer aldığı, oysa filmin yönetmenine göre aynı 
derecede kıymetliyiz, özeliz ve aslında her birimiz başroldeyiz!”
Mutluluk,
 aynı sabahın devamında, uyutup küçük çocuğu bebek arabasında, büyük de 
nasıl olsa mutlu okulunda, deyip, sevgili yarimle başbaşa geçirdiğimiz 
anlarda. Uzun zamandan sonra, oturup Kış güneşi altında, elimizde 
kahvemiz, değişikliğin getirdiği yenilenmişlik ve tazelik hissiyle 
saatlerce muhabbet edebilmekte mutluluk!

Mutluluk; 
dolaşırken ailecek sahilde, bir eksik üyeyle; bu çiçeği görüp de ‘Sen 
benim Gül Filizimsin’ diyerek annesini öpücüklere boğan eksik üyeyi; 
büyük oğlanı hatırlamakta. Ve bir kaç saat önce ayrıldığımız büyük 
oğlanı, bir kaç yıl olmuşcasına çılgınca özlediğimi farkedip okula 
koşmayı, gidip de öpe koklaya sarılmayı istemekte mutluluk! Koşulsuz 
sevme ve sevilmelerin getirdiği eşsiz mutluluğun, mikro örneğinden 
çıkarak yola büyük sevgiye varmanın hazzını yaşamakta.
Mutluluk; 
en çok küçük ayrıntılarda. Özellikle çocuklar uyuduktan sonra, 
ardlarında bıraktıkları izleri, halleri ve girdikleri şekilleri 
yakalamakta mutluluk. Misalen; arabada giderken, az önce kendince 
konuşan ve bir yandan da galeta yiyen bebeğin ansızın sessizleşmesi ile 
uyuduğunu farketmek ve galetanın kırıltıları üzerine düşen pamuk elleri 
görmekte mutluluk!
Mutluluk; 
gitmeye yeltendiğimiz şu günlerde, İstanbul’un gözümde daha bir 
güzelleştiğine ve daha da kıymete bindiğine tanık olmakta. Aşina olduğum
 hüznün yerleşmesiyle yüreğime; daha gitmeden bu Aziz şehri özlemek var 
bir de.
Mutluluk; 
hastalanan ağbiye şefkatle, sevgiyle, muhabbetle yaklaşan, yıpratmadan 
ve yormadan çenesinden hafifçe okşayarak seven kardeşi ve 40 dereceye 
yaklaşan ateşe rağmen, yetişkinlerin hastalanınca huysuzlaşmasının 
aksine, anında ve şefkatle kardeşinin sevgisine karşılık veren ağbiyi 
izlemekte. Ve aralarındaki muhabbetin daimi ve hakiki olması için dualar
 etmekte. Dememiş miydik çocuklar Peygamber ahlaklıdır, diye?
Mutluluk; bu muhteşem yaprak yığınına, bu muazzam sanata bakmaktan ve o sanattan yola çıkıp da manaya varmaktan kendimi alamamakta.

Mutluluk; 
sevdiklerimin ayırdına varmakta. Hayatımın sürekliliği devam ettikçe, 
sevdiklerimin sürekliliğinin de devam etmesine, kiminin aynı kalmasına 
ama çoğunun değişmesine, kiminin aşikar ve adını koyacak kadar belli 
olmasına, kimin gizli kalmasına ve kıymetli bir cevher gibi uygun 
zamanda ve sanki benim dışımda ortaya çıkartılmasına tanık olmakta. 
“Mutluluk; “Kendini Tanımak Yolculuğu”na, bile isteye, güle oynaya çıkmakta! Uzun ve ince, çetrefilli ve delice bu yolda, daima yolcu olmaktan da, yol almak kadar; duraklamaktan da büyük haz almakta.”
İşte böylesi bir yolda; Işık, biraz daha ışık!… diyen Goethe’yi ancak şimdi anladığımı anlamakta.
Mutluluk; ışığın her türüne pervane olacak kadar kendimden geçtiğimi bilmekte.
Mutluluk; 
Gurme Yarim’in ellerinden çıkan sabah kahvaltılarına oturmakta. Hele ki,
 sabah kahvaltıları masumsa gözümde, üstelik kilo aldırmıyorsa bence, 
bırakıvermek kendini masaya öylece, ürkek değil, yayılarak genişçe, 
korkuyla değil güvenle eşlik etmek sevgiliye , epeyce mutluluktur 
gözümde. 
Mutluluk; 
bu özel kahvaltının ardından gene sevgili yarimden gelen enfes sabah 
kahvesini içmekte. Hele ki, büyük oğul okuldayken, küçüğü de uyumuşsa ve
 sevgilim bir de müzik açmışsa değmeyin keyfime.
“Mutluluk; dönüşümlü biraz hüzünle, paslaşıyorlar kendi aralarında sessiz geçişlerle.”
Önceki gün
 Kerim uyuyakaldı pusetinde. Eve girmedim uykusu bölünmesin diye, epeyce
 dolandım Selimiye’de bu vesileyle. Bir de baktım, Kuzey Güney dizisinin
 çekimleri var mahallede. Etraf kalabalık, daha çok çekim elemanlarının 
oluşturduğu genç, renkli, dinamik bir kalabalık. O sırada, bir çift 
ilişti gözüme. Kolkola girmiş iki abide. O düşündüren görüntü çekti beni
 içine, sokağın hareketliliği ve dünya dahi tümden flulaştı gözümde, tek
 o iki abide kaldı net, berrak önümde. Birbirine tutunmuş, yürüyorlardı 
ya muhabbetle. Ömür dedim, ömür dediğimiz ne? Sıkı sıkıya tutunduğumuz, 
yakasına yapışıp, paçasına dolandığımız, kapıdan kovsa bacadan 
sıvıştığımız ömür, bir göz açıp kapamak kadar bence, hepi topu bir 
salise belki de. 
Mutluluk; 
estetikle, zarafetle donatılan huzur kaynağının kalbinde olmakta. Ve en 
çok burada ışık huzmelerine hayran kalmakta. Bazen külliyen, bazen cüzi,
 bazen hırçın, bazen sakin, bazen girişken, bazen çekingen gün ışığıyla 
huşu içinde coşmakta mutluluk.
Mutluluk; 
sessizlik ve huşu içindeki camiide, küçük oğlanın yankılanan sesini 
dinlemekte. Ve zaptemediğim anlarda, eline tutuşturduğum onlarca 
tesbihten biriyle sabitleyip en emin köşeye, o dudaklarını büzüştürmüş 
çok ciddi bir iş yapıyorken (!) benim de ışık huzmeleri altında rahatça 
fotoğraf çekebilmemde.
Mutluluk; 
bakıp da eski zaman yapılarına, o yapılara ait hayaller kurmakta. Kimler
 yaşadı orada, ne yaptılar vakti zamanında, neşeliydiler benim nazarımda
 ve keyifli daima. Hem akşam üstü de, güneş vuruyor panjurlara, 
ağaçlara… Mutlu insanlar yaşadı bir zamanlar bence orada. 
Ve 
mutluluktan öte, mutluluktan ziyade mutluluk; ben 12. dersi yazmaya 
kaptırmışken, en büyülü filmin yanıbaşımda sahnelendiğini farketmekte: 
Henüz 21 aylık olan küçük oğlum, eline geçirdiği aletle (elbise askısı, 
kumanda vs.), Axl Rose’vari bir giysiyle ve dahi edayla, geçmiş
 karşıma. Önce girizgahı yapıyor, ben duyana dek de vazgeçmiyor. Anne 
şaa-ku (anne şarkı söyleyeceğim) diyor, gözlerimi üzerine 
sabitlediğimden emin olduktan sonra başlıyor: -Anne, anne, ann-ne ann-ne
 ann-ne- diye bestesi ve güftesi kendine ait bir şarkıyı icra ediyor. 
Tabi sadece bestekar ve güftekar değil oğlum, aynı zamanda enstrüman da 
kullanıyor, nitekim askıdan gitarın tellerine de vuruyor. Parçanın 
bitiminde, elini en ala gitarist gibi kuvvetle uzatıyor ve birkaç saniye
 o -cool- duruşu muhafaza ediyor. Ünlüler ve siyasiler gibi poz verecek 
kadar bir süre tanıyor bana. Ardından büyülü sahne bozuluyor zira o 
-cool- çocuk ‘alkiii’ diyerek alkış isteyen bir soytarıya dönüşüyor:) 
Hasılı mini minicik cüsseyle bana en kesif mutluluğu yaşatıyor.
Ve elbette; 
“Şükürler olsun mutluluğu verene, verip de farkettirene, farkettirip de şükrettirene!”















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder