3 Ocak 2012 Salı

BilimSelim Mevsimi



Yılbaşı gecemiz tadından yenmez bir lezzette geçti. Şöyle ki; Selim hastalandı gene, kudretlice hem de. Yüksek ateşin etkisiyle artan beynim ağrıyor, nidalarına, başağrısı, mide bulantısı, boğaz ağrısı vesaire şikayetleri eklendi gide gide. Tabii böylesi durumlarda içine girdiğimiz yoğun çaresizlik hissi hakimdi eve. Ben ümidimi korumaya gayret ettikçe, Selim’in hallenmeleri ve şikayetleri artıyordu habire. Oysa ertesi güne mutlu ve önemli bir görüşme planlamıştım, planım avuçlarımdan kayıyordu göz göre göre.
Şükürler olsun yalnız değilim, diyecek oluyordum ama bu duruma tam ne demeli emin olamıyordum. Zira manzara şu şekilde cereyan ediyordu.
Kerim rutin halinde debeleniyordu evde. Kah kendi halinde oynuyor, kah ihtiyaçlarının giderilmesini bekliyor ama her daim eteğime dolanıyordu. Selim koltuğa uzanmış halde yatıyor, ateşten kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Bir ara yarı çıplak oturmuş, önünde büyükçe bir kaba doldurduğum suya tası daldırıyor, çeşmede gibi suluyordu kendini ve evi tabii. Beri yandan suyu gördüğü an şuurunu hepten kaybeden Kerim’i zaptetmek gerekiyordu. Bu sırada yalnız değildim, İlter buradaydı lakin bu kez değil çember, koca bir daireyle kapatmıştı kendini kendine. Ne mi yapıyordu? Televizyon koltuğuna uzanmış, elinde tablet bilgisayar, kulağında kulaklıkla sinema filmi seyrediyordu. Hayır bana nispet yapmıyordu, biliyordum, ama gene de bu haline karşı içimde an be an biriken öfkeye engel olamıyordum.
Ve esasında ne tepki vermem gerektiğine de bilmiyordum. Daha az önce ben evi dertop ederken İlter alışverişi yapmış, yemeği hazırlamış, sofrayı kurmuş, kaldırmış, berbat mutfağı pirüpak etmiş ve işlerini bitirmenin rahatlığıyla oturmuş film seyrediyordu. Derdini anlayabiliyordum, Selim’e yapacak birşeyi olmadığından ve arada yükselen -Ayyy, ağğğhhh!- nidalarına dayanamadığından kapatmıştı kendini dışarıya karşı sımsıkı. Beri yandan, sıkıntıdan huzursuzlanırdı İlter. Huzursuzlanmış ve üstüne huysuzlaşmıştı da. Ve kaçınmak istemişti, evden de kaçamayacağından çemberine hatta bir aşamaya ileriye götürüp işi; kapılarını sımsıkı kapamış olduğu dairesine kaçmıştı. Ortamın darlığından ve sıkıntısından oraya kaçmakta bulmuştu çareyi. Haliyle biz de kendi dairemizde perperişan, sefilane bir halde, debeleniyorduk. Hasılı, İlter’e bilenerek çocuklarla ilgileniyordum ama aklım çoğunlukla ondaydı ve elime bir balyoz alıp o daireyi paramparça etmemek için kendimi zor tutuyordum. Yaptığım minik taarruzlar ise dairenin duvarına toslayıp geri geliyor ve elimde patlıyordu zira kulağında kulaklık vardı dediğim gibi beni duymuyordu.
Selim ateşten pembeleşen tenini, kurumuş topraklar gibi çatlayan dudaklarını ve hararetini söndürmek için odanın ortasında sulanmaya devam ediyordu. Bir dakika ara verse, yanıyorum diyerek hamamda gibi tas tas suyu yüzüne döküyor, hatta bazen kaba kafasını daldırıyordu. Ama neden bilmem duşa yanaşmıyordu. Kerim’se çölde kalmış kertenkele misali suya iç geçirmeye ve ona ulaşmak için olmadığı kadar cazgırlık yollarını denemeye devam ediyordu. Bu sırada Selim’in ağzından anlaşılmaz ve yarım kelimeler dökülüyor, kendiyle konuşuyor gibi ağır ağır mırıldanıyordu. Bir ara kulak kesildim, kurak, kuraklık diyerek sanki sayıklıyordu. Ben de, Selim’in bu halini, bir süre önce kafasına taktığını bildiğim, İstanbul’da bu sene kuraklık ve susuzluk bekleniyor, cümlesine yoruyordum. Derken birden farkettim, suyu üzerine boca ediyor, su alevli teninde nerdeyse salisede buharlaşıp uçuyor, Selim bir kaç saniye duruyor, sonra mırıldanmaya başlıyordu.
“İş-te… ge-ne… ba… baş-la-dı ku-rak-lık mev-si-mi!”
Ne diyorsun sen dedim eğilip, “Ku-ru-yo-rum an-ne su-la-ma-yın-ca ken-di-mi!” dedi zor anlaşılır bir sesle. Meğerse 40′a yaklaşan ateşin verdiği hararetle kuraklık mevsimi geçiren kendi bedeniymiş ve onu ifade etmeye çalışıyormuş uzunca süredir.

Hiç yorum yok: