15 Aralık 2011 Perşembe

Sevdikleri, Sevmedikleri…



AmelieAmélie filminde, yanılmıyorsam ilk sahnelerde, Amélie  anne ve babasını tanıtıyordu; sevdikleri ve sevmedikleri diye. Sevmiştim o sahneyi. Minik detaylar vardı çünkü. Mesela annesinin uyanınca yüzünde oluşan yastık izlerini, suda buruşan cildini sevmediğinden bahsediyordu.
Yıllar, yıllar önce, bu fikirle bir blog yazmıştım, ne yazık ki bir iki yazıyla blogu noktalamıştım. Bazen aklıma düşüyor, bazen yazasım geliyor. Şimdiki gibi. Bir de ortalıkta, kendiniz hakkında 7 bilinmeyen-li bir mim dolaşınca bırakmak istedim kendimi bu akıntıya.
Esasında defalarca yazdım benzeri konularda. Misalen, ucubeliğime ithaf ettiğim; Saçmalardan Seçmeler.
Ama insanın tuhaflığı hiç biter mi, üstelik eski blogu okuyunca daha net farkettim ki, her an değişirmiş sevdikleri, sevmedikleri.

*Misalen, en çok sevdiklerimden biri ve buna bağlı takıntım hiç değişmemiş. Nevresimleri henüz değişmiş yatağa girmeyi pek severim. Mis gibi kokulu, kat izlerinin taze ve diri olduğu. Ama bu işin olmazsa olmazı, benim de yeni duş almam ve tertemiz pijamalarımı giyip o temizlikte kaybolmam. Trainspotting filmindeki, Just A Perfect Day şarkısının çaldığı sahnede gibi hissederim. Sanki o pamuk çarşaf, altımdan kayan saten olur ve dahası ben de içinde kaybolurum. Tabii, bunu yaşamam için, çocukların halim selim uykularında olmaları gerekir. Bu da demektir ki, birkaç yıldan beridir, bu halde yatağa girmedim.
*Misalen, en çok sevdiklerimden biri ve buna bağlı değişmeyen bir diğer takıntım; evin derli toplu ve temiz olduğu sabahlara uyanmayı pek severim. Bunun için, eğer şartlar olgunlaşmışsa, yani ev temizse, gece yatağa girmeden mutlaka ortalığa çeki düzen veririm. Ki sabah kalktığımda, bilhassa salon ak pak, herşey yerli yerinde olsun ve ben de ortama bakıp, kendimden memnun gülümseyeyim. Zira temiz ortamda kahvaltıyı çok severim. Zaten ortam dağınıksa kahvemi içmekten bile imtina ederim.
*Misalen, temizlik, titizlik ve düzen takıntım vardır. İlter’in rivayetine göre, en zayıf noktam budur benim. Yani biri benim hayatıma son vermek isterse, bunun için çok uğraşmasına gerek yokmuş, beni pis bir ortamda uzun süre tutması yeterliymiş dediğine göre. Evet, kısmen doğru. Ama uzun süredir bu konuda kendimi terbiye etmeye çalışıyorum. Bile bile evi pis bırakıyorum (gerçi son zamanlarda bile bile olmaktan çıktı bu durum, yetememezlikten alışkanlık haline geldi), bile bile uçuşan tozlarla hareket ediyorum ama itiraf edeyim çok zorlanıyorum. Mutfak kısmını önemsemiyorum da, o yerde uçuşan tozu derhal süpürmemek için kendimi çok ama çok zor tutuyorum. Zira o tozların bana göz kırpması ve ‘al bizi, süpür bizi, hihohhaha!’ diyerek üstüme yürüdüklerini falan sanıyorum. Ama direniyorum. Bir de banyo; onun pisliği ile sahiden perişan oluyorum.
*Misalen; hep söylüyorum; -Ya Hep, Ya Hiç- çiyimdir. Birşey ya tastamam olmalı yahut hiç olmamalı benim nazarımda. Orta yolu, kanaat etmeyi beceremiyorum. Zaten hep, en keskin uçlarda olmaya meyilliyim. Son yıllarda çok bakımsızlaştım mesela, eşofmanlarla yatıp kalkıyorum, saçlarım için kuaföre hiç uğramıyorum, kendim kesip kendimi rüsvay ediyorum, yeni giysiler almıyorum… Sebep; çünkü şişmanım, çünkü çocuklarla yarım yamalağım ve elden gelenle yetinmek yerine kendimi tümden bırakmayı tercih ediyorum.
*Misalen; kuaföre gitmek büyük ızdırap benim için. Eskiden giderdim, saçlarımı renkten renge, şekilden şekile getirtirdim ama o zaman da sevmezdim. Sadece içimdeki bütünlük için buna katlanmaya gayret ederdim. Kuaföre gitmek, saatlerce orada beklemek benim için çok kıymetli vaktin katlidir. Tam böyle düşünüyorum. Gitmiyorum, gidemiyorum. O harcayacağım sıkıcı zamana katlanamıyorum ve çok acıyorum!
*Misalen; havadan sudan konuşmayı bilen insanlara hep gıpta etmişimdir. Ben sevdiklerimin yanında konuşmayı severim, ya da severdim mi diyeyim, zira çocuklardan sonra biraz eblehleştim, ama tanımadıklarıma karşı pek ketum ve nemrut görünürüm. Ne kadar zorlarsam zorlayayım kendimi, muhabbetsever bir taksi şoförü, manav, kasap, kapımızın önüne kurulan pazarın esnafı ile sıcak bir sohbete giremem, iki kesik cümleyle muhabbeti kesiveririm. Karşımdaki benden iş çıkmayacağını hemen anlar nitekim. Oysa geçen gün sokakta arabada beklerken iyice gözlemledim ki, bizim mahallenin kadınları ne denli farklı benden. Geçerken, bir kuaföre selam veriyorlar, bir emlakçıya, eğer pazar varsa kardeşi gibi konuşuyor pazarcıyla… Ne diyeyim, Yaban Gülü olmaktan öteye geçemiyorum.
*Misalen; baskıya ve zorlamaya hiç gelemiyorum. Baskı dediğim belki çoğunuzun üstünde durmayacağı şeylerdir ama beni, hani son günlerin popüler reklamı; Açken sen sen değilsin- deki gibi ben bende olamayacak kadar değiştirip, yaban öküzü kıvamına getirebilir. Ne zaman ortamda baskı ve zorlama olsa, bunu yapan kendim bile olsam, deliriyor ve kaçmak istiyorum o ortamdan. Zoraki hiçbirşeye tahammülüm yok. Belki de çocuklardan sonra delirmemin bir sebebi de bu. Ama şükürler olsun ki onlardan geleni gene de kabullenebiliyorum. De, mesela istemediğim bir ev ziyaretine giderken, düşünerek kendimi öldürebilirim. Bunu da yenmek uğruna çabalarım var ama henüz pek de ilerleme kaydedemedim. Çok zor, boğuluyorum çünkü zorlamalardan. Yazarken bile nefesim kesildi, nabzım hızlandı, öyle ki yani.
*Misalen; şimdiki çocukların 4-5 yaşında çözdüğü hayat gerçeklerini, şu katana yaşımda, çözmek bir yana, yeni yeni görüyorum, bunu da acıyla farkediyorum. Geçenlerde, bir şekilde şunu farkettim ve irkildim. Ben zannederdim ki, filmlerde ya da uzak yerlerde duyduğumuz kötü adamlar, kötü kadınlar bizim etrafımızda yoktur. Bu düşüncenin benim ahmaklığımdan ileri geldiğini farkettim. Hayır, gerçekten filmlerdeki kadar kötü niyetli insanlar benim hayatımda da varmış. Sadece bazen iyi olabildikleri için, ben bunları kötü diye nitelendirmiyormuşum. Öyle basit bir kötülükten bahsetmiyorum, arkamdan konuşmuş, beni aldatmış vs. değil, basbayağı, hani Orhan Kemal’in El Kızı kitabındaki (filmi ve dizisi de vardı) gibi, hatta ondan bin beter kayınvalidelerin (benimki değil şükür), kötü üvey anneler gibi, kötü yengelerin (1.derece değil şükür) olduğunu farkettim. Dehşetle irkildim! Eskiden kötü insanlar var, diyenlerin kendilerini üstün gördüklerine dairdi kanaatim, ama hayır değil, kalpleri taşlaşmış insanlar varmış, sahiden varmış! (Olaylar yeni değil, farkındalığım yeni) Allah bizi böylelerinden, böylelerinin şerrinden ve böyle olmaktan korusun!
*Ve bir itiraf; böyle konuşuyorum ama bazen evini terkeden anneleri de anlayabiliyorum. Bazen sabır taşı çatlayınca, kabıma sığamayınca ve yerimde durmak zorunda kalınca, gider miyim diye korkmuyor değilim hani. Maazallah diyorum!
*Beri yandan, yeni farkettiğim bir diğer şey ve gene ortaya çıkan yaman çelişkim; artık kötü anne olmadığımı düşünüyorum. Berbat davrandığım zamanlar çok da olsa, çoğunlukla ilgisiz de olsam, bazen hoyrat da davransam, bağırsam çağırsam da, berbat sesime tanık olsam da kötü bir anne değilim. Onların yanındayım, seviyorum, sevgimi içtenlikle, hatta taşkınlıkla gösteriyorum ve seviliyorum görüyorum ki. İyi bir anneyim diyemiyorum ama kötü de değilim hani. Bu da yeni düşüncelerim:)

Hiç yorum yok: