30 Aralık 2011 Cuma

Buruk Gelen Yeni Yıl



Her yerde, her yanda yoğun bir telaş. İstanbul’da sokaklar ayaza rağmen dopdolu, yollar günün ortasında dahi tıkalı, alışveriş merkezleri hıncahınç, sanki can pazarı. Malum olduğu üzere yarın yılbaşı. Ben her zamanki gibi, her özel günde olduğu gibi ne hararetli bir hissiyat içindeyim, ne de heyecanlı bir kutlama peşindeyim. Ne yapsam zorlama olacak biliyorum, çünkü derinlerde birşey hissetmiyorum. Tıpkı doğum günlerim gibi, tıpkı evlilik yıldönümlerim gibi yavan duygular içindeyim.
Tek düşündüğüm, piyango bileti alıp da kendime suni bir heyecan yaratsam mı? Ona da inancım yok halbuki. Düşünüyorum; elindeki son yevmiyesiyle bilete bel bağlayan, başkaca da ümit taşımayan nice garibanın gözünün kaldığı; büyük, çok büyük para, bana çıksa rahat eder miyim ki? Hem haydan gelen huya gitmez mi? O zaman, olmayan paradan kurduğum ama ona bile inanmadığım hayalleri bir kenara bırakayım da, çalışarak kazandığımız birkaç helal kuruşla, -Azıcık aşım, kaygısız başım- felsefesine göre yaşayayım.
Yılbaşı renklerini, ışıklandırmaları, ağaç süslemelerini, cıvıltıları, kalabalığı, her yerde kırmızı temasını görmeyi; üstelik kar desenli, pırıltıları, içinde kar, kış geçen cıngıl cıngıl şarkıları kesinlikle çok seviyorum ama biliyorum ki, tam içine de düşsem bu geleneğin, tıpatıp uygulasam da herbir mertebeyi, sonradan görme, özenti olmaktan başka duygular içinde hissetmeyeceğim kendimi.
“Benki ne doğum günümü, ne evlilik yıldönümümü sunilikten çıkaramamışım, özümseyemediğim için olsa olsa hayatımdan çıkarmışım, devşirme yılbaşlarını yürekten sindirebileceğimi hiç sanmıyorum! Uğraşmıyorum da!”
Sanırım böyle geleneksel seremoniler sahiden gelenekselse mana taşıyor. Yoksa olmayan şöminelerimizden Noel Baba dahi çıksa, çoraplarımızı hıncahınç hediye de doldursa, geyiklerin çektiği kızakla gözümün önünde bulutlara da karışsa, Jingle Bells eşliğinde aydan görünen gölgesi ile bana, bizzat el de sallasa boş! Bu iş fazla bana!
Üstelik bu sene giden yılın bıraktığı derin bir burukluk var. Van’ı zaten saymıyorum. Doğu’daki hayatla, Batı’daki hayatın yaman çelişkisinden, iki farklı ülke olmaktan ziyade, iki farklı uzayda yaşanıyormuş izlenimi veren keskin tezattan hiç bahsetmiyorum. Hayatı İstanbul’dan ibaret sayan televizyon ve radyo kanallarından da, insanlardan da bahsetmiyorum. Günlerdir yanlış olsun diyerek dua ettiğim ama ne yazık ki bugün tüm gerçekliğiyle ortaya çıkan ölümlerinden bahsediyorum. Yaşları 16 ile 20 arasında değişen 35 gencin ölümünden bahsediyorum. Annesinin -oğlum, asker görürsen korkma- diyerek tembihlediği ve işe gider gibi doğallıkla uğurladığı, buradan bakınca olağanüstü ama orada yaşayana olağan sayılan; sınır geçerek kaçakçılık yapmaya giden çocuğun ölmesinden bahsediyorum.
Bununla baş edebilirdim ama şu olmasaydı eğer; oradaki siviller öldüğünde kulaklar duymaz olmasaydı, insanlar laf olsun diye bile olsa -üzüldüm- diyecek kadar istiflerini bozsaydı!
“İnsanlığımız yanlı olmasaydı, hakikatli olsaydı!”
Dileyelim yeni gelen yılda bitsin ölümler, kavgalar, ayrı gayrılar ve gamsızlıklar! İyi Yıllar!

Hiç yorum yok: