19 Aralık 2011 Pazartesi

Ben, Kendim ve Çemberim


Bazen topluca dışarıya çıkmak mevzu mahis olduğunda, bundan kaçınıyorum. Zira, evden çıkarken ayrı bir kızılca kıyametin, eve girerken ayrıca bir kızılca kıyametin koptuğu gerçeğinden sakınıyor, bu sistematik karmaşanın düşüncesinden dahi çok yoruluyor ve çok bunalıyorum.
“Kaçışan çocukları yakala, zaptet, hazırla, hele o her çıkışta hazırlanan, valize taş çıkartan çanta…”
Hasılı daha çıkmadan bitap düşüyor ve sakinken dahi çok gergin bir anne oluveriyorum. Derken bir şekilde, yaka paça bir yanda, saç baş dağılmış, oraya buraya çarpa çurpa kendimi açık havaya atıyor ve bir anda sakinleşiyorum. Dışarıda ise değişkenlik gösteriyor durum, çocuklar çoğunlukla tatlı, biraz da acı olabiliyorlar ve ne yaşanıyorsa yaşanıyor, bir şekilde eve geri dönme vakti geliyor ve harala gürele eve giriyoruz.
İşte bu noktadan sonra akıllara durgunluk veren haller yaşanıyor aramızda. Yo, çocuklarla değil, onlar her zamanki gibi, krizsel karmaşalarda, şaşırtıcı olan İlter’le aramızda yaşadığımız durumun tezatında. Şöyle ki;
Kapıdan giriş yapıyoruz. Selim hemen kapı eşiğinde seriliyor yere. Bacaklar dışarı sarkmış, gövde ve baş içeriye serilmiş şekilde. Beri yandan merdiven boşluğuna düşmekten son anda kurtarılmış ve zahmetle içeri atılmış Kerim, -çık-a-cam- diyerek paltosunu ve şapkasını çıkartmak için çekiştirmekte, pis pis çemkire çemkire hem de. Bense, Selim’e tatlı dille düzelmesi yönünde telkinle bulunurum, arkadan muhtemeldir ki poşet, çanta gibi, binbir ağır zerzevatla çıkan İlter’in aksiliğine kurban gitmesin diye. Lakin Selim kalkmaz, devam eder yarı dış tarafında kapının, yerlerde sürünmeye ve kurban gider aksiliğe, hem de ikimizden de zılgıtı yiyecek biçimde. En son -kapıyı kapatıyorum üstüne- tehditleriyle ancak sokulur içeriye.
İlter elindekileri, olduğu gibi bir kenara koyar ve vazifesini tamamlar. Bendeyse ağır işçilik başlar. Selim’i banyoya sok. Suyla kendini, ortalığı, aynayı, yeri göğü batırmasına engel ol, Kerim’i banyoya sok, klozete ulaşmadan zaptet, bağırış çağırış halinde ikisini de çıkar, Selim’e onlarca kez giyinmesini söyle, kirlilerini atmasını vesaire, Kerim’i soy, soyarken -kaşık- diyerek kaşınmak isteyen çocuğu, dünyanın en sıkıcı eylemi olan kaşımayla sakinleştirmeyi amaçla ama kaşındıkça kaşınsın ve çıldırsın daha, bir aralık bulup ev giysilerini çek üstüne başına, ardından can sıkıntısından ve yorgunluğun getirdiği huysuzluktan Kerim’i sıkıştıran ve zulmeden Selim’i, gerim gerim gerilmiş sinirler sebebiyle bir güzel haşla, soluksuz kalana dek dön baba dön odalar arasında, muftağa gir, çocuklara birşeyler hazırla, ardından kap getir onları masa başına, binbir alavere dalavere eşliğinde tık mamayı Kerim’in ağzına, beri yandan Selim’e türlü tehditler savur, yemeğini düzgün yemesi, kırıntılarını tüm eve dökmemesi ve poposunun sandalye üzerinde sabit kalmasını amaçla, lakin Kerim’in nemrut yemesi, Selim’in Hansel ve Gretel misali kırıntılarıyla tüm evde yol çizmesi sebebiyle; saç, baş yol, cinneti yakala! Hasılı kelam, rezili rüsvay bir karmaşa! Dışarıdan bir göz için, çirkef, yoz bir temaşa!
Beri yandan, kan revan içindeki masamızın hemen yanıbaşında, gayet sakin, genç bir adam oturmakta. Ya elinde sıkı sıkıya tuttuğu 3 tip kumanda ile televizyon seyretmekte yahut da tablet bilgisayarı ile kimbilir hangi alemde. Sanırsınız ki, bu ortamda ya o gerçek değil, ya içinde olduğumuz karmaşık sahne. Bu manzaralardan biri sanki sahte! Sanki birimizden biri; muhtemeldir ki, bu genç adam, sonradan bu karmaşaya monte edilmiş Photoshop hilesiyle. Öyle kendi halinde, kendi içinde ve yaşıyor ki kendi çemberinde. İşte o genç adama bizim evde baba denmekte.
“Hasılı her zaman değilse de,  genellikle kendi uzayında yaşayan biri var evimizde!”
Bazen bu karmaşayı öylesine yaşıyor, haliyle babanın kendi uzayında yaşamasını farketmiyorum, gözüme batmıyor hali, sanki bu çilekeşlik ve ben bütünüz ve bunun böyle olmasına şaşmıyorum, bazen çok batıyor bu hal, o zaman fena sardırıyor ve belalı gibi onunla kapışıyorum, bazen de içime atıyor, bilendikçe bileniyorum. Ki en beyhude ve akıllara ziyan olanın da bu olduğunu sanıyorum.
İşte böylesi bir günde, gittim o adama. Usulca oturdum yanına. Epeyce pesti sesim. Dedim: karar verdim, blogda özel bir bölüm açacağım sana. Anladı ki, taşlar gelecek kafasına. Hemen geçti savunmaya, hatta saldırıya. Dedi: Bütün bilgilerin bende, blogu kapatırım! O an içimden dedim, böylesi işler hiç kocanın elime teslim edilir mi? Bak en ufak bozuşmada köşeye sıkıştırdı seni. Ama çaktırmadım içimdeki gelgitleri. Dedim: kötü birşey yazmam canım, sadece şu anki hali yazacacağım, hem sana ait bölümüm adını dahi belledim. Dedi: neymiş? Dedim: BEN, KENDİM ve ÇEMBERİM! kahkahayla güldü. Dedi: doğru söze ne denir! Tam bulmuşsun daha ne diyeyim. İnsanın kendini bilmesi sanırım bu demekti:)

Hiç yorum yok: