28 Ekim 2011 Cuma

Eklendim Ben!


Bütün olamıyorum bir türlü. Bölük pörçüğüm. Yarım yamalak idare ediyorum hayatı. Süregiden hastalıkları çocukların, Kerim’in tamamen çığrından çıkmış uykuları, İlter’in yokluğu ve ‘gidiyorum gündüz gece hali anneliğim’ ve de üstüne yine, yeniden kapımızı çalan gitmek mi, kalmak mı soruları sebebiyle bulutlu, dumanlı, puslu bir zihinle dolanıyorum gene. Bir de ne seninle, ne sensiz diyebildiğim, rüsvay olmuş diyetimde ısrar etmelerim eklenince bu derbederliğin üstüne pek de aklı selim olmuyorum haliyle. Gene de, tüm bunların bileşimi dümdüz yere seremedi beni, hayattan düşürmeye yetmedi. Ta ki hepimizin içini yakan acı haberlere dek. Bedbaht, acı, yakıcı sabaha uyanmak, güne kan kokusuyla başlamak ve ardından yıkımlar, kıyımlar, enkazlar, artan kayıplar ile tamamen düştüm, tamamen bölündüm. Otomatikleşmiş anneliğim olmasa eminim çocukları bile idare edemez, hatta onları dahi görmezdi gözüm.
 
Gelen bir ölümde bile, dünyaya dair heva ve hevesler tek kalemde silinir ve tüm değerlerini gözümüzde kaybederken, gelen çok sayıda kayıp haberiyle, hem dünya üzerinde varmışım hem de yokmuşum gibi hissettim. İnsanımsı tek tarafım; içimde yanan, böğrümü yakan harlı ateş ve onun verdiği ızdırap idi. Nasıl yaşarım bundan gayri diyordum, nasıl bir daha eskisi gibi olabilirdim? Olunuyor işte. Nasıl bilmem ama bir şekilde devam ediyor hayat. Başlarda, ilk adımı gibi bebeklerin, ürkekçe ve sıkça tökezleyerek;  giderek daha az düşünüp nasıl yüründüğünü ve haliyle daha emin ilerleyerek. Bütün olmaya gelince; o da ancak peyderpey. Yoldan toplayıp can parçalarını, belki önce yamayarak gelişigüzel üzerimize, ardından kaynadıkça yamalar ve yaralar, nispeten iyileşerek yola devam etmekten ibaret olacak hayat.

Bazen çok kötü bir olay geldiğinde başa donakalırız ya hani. Puslu, sisli gözlerin arkasından dünyaya bakarız. Yaşadıklarımızın ağırlığı fiziksel olarak üstümüzdedir ancak gene de sanki rüyadayızdır ya da öyle olduğunu umarız. Yaşadığımızın illa rüya olması gerekir, aksi halde bu acıyla nasıl başederiz bilemeyiz? Zaman geçer, acıya alışırız; an be an, peyderpey. Ve kabulleniriz başa geleni. Giderek, yaşadığımız tazecik acıyı da katıp önümüze, sürüye sürüye önceden yaptıklarımıza döneriz. Ama illa ki eskiye göre birşeyler eklenmişizdir. İlla ki zerre-i miskal kadar da olsa bir değişim geçirmişizdir. Hatta belki de dönüşüm. Kimbilir!
Yaşadığımız acı olayların toplumsal değişime, dönüşüme sebep olduğu kesin, ama bireysel, içsel dönüşüm şu an bahsettiğim. Bir kere ölüm düşmüşse bir yere, dünya düşer gönülden hemen. İşte bunu hissetmeyi severim ben. Bu bakımdan insanların acısına değil elbet ama kendi duyumsadığım acıya nerdeyse minnettar kalırım. Zira gözümden düşmesi hoştur kaptırdıkça kaptırdığım dünya hayatının. Bu çok uzun sürmeyecek de olsa, dünya gene beni kıskıvrak kavrayacak da olsa, avuçlarına alıp benimle oyuncak gibi oynacak da olsa yakın zamanda, bu hal üzerine olmayı severim.
Şimdi heveslerimin, özlemlerimin, boş ve değersiz hayallerimin, boş ve değersiz şeylere iç geçirmelerimin, saçma sapan takıntılarımın, aksadığında dünyanın duracağını sandığım ama aslında hiçbirşeyin değişmediğini gördüğüm ritüellerimin, insanlara nefsimden yana kırgınlığımın, insanların nefsinden yana kırgınlığının, hele ki eşyanın beş para etmezliğinin, gözümde büyüyen sözümona eksiklerin, kapanmayacak sandığım gediklerin ne denli boş, anlamsız, oldukça kıymetsiz olduğunu idrak etmenin şuurunda olacağım bir süre daha. Biliyorum ki, bir süre daha, zihnimi kurcalayacak, fikrimi bozacak, ruhumu yoracak, gönlümü ‘ÖZ’den uzaklaştıracak ve gözümü kapatacak düşünceleri yanıma yaklaştırmayacağım. Önemli olanın sahip olduklarımın olmadığını, sahip olduklarımın kıymetini bilmek olduğunu hatırdan çıkarmayacağım!
Daha çok dua edeceğim. Daha çok çırpınacağım kendimi bırakıp da. Kendimi daha az önemseyeceğim. Dünyayı daha az önemseyeceğim. Daha çok ‘İnsan’ gibi hissedeceğim. Aslıma döneceğim hasılı.

Hiç yorum yok: