20 Ekim 2011 Perşembe

1, 3, 9, 24!



Terörün henüz doğduğu zamanlardı. Yasaklar vardı. Çok sıkı yasaklar! Kürtçe konuşulmazdı. Kürtçe şarkıların kasetleri en tehlikeli madde gibi saklanırdı. Hava karardığında sokağa çıkılmazdı. Kim vurduya gidenler vardı, kaybolanlar… Akşam çöktüğünde silah sesleri duyardık, korkardım. Bir gece karşılıklı ateşlerin arasında kaldık. Korkarak yalnız olan babama koştum. O heybetli, o koca adam yerlerde sürünerek, üzerinden alev topu gibi hızla geçen kurşunlardan kurtulmaya çalışıyordu. Bize birşey olmadı ama ölenler vardı. Ölenler hep vardı. Duyardık.
Bir arkadaşım vardı. Kürttü. Arkadaşımın da iki ağabeyi vardı. İkisi birbirine zıt. Biri; müşfik bir Hoca. Diğeri; sert, kaçmış dağa. Arkadaşım korkardı. En çok Hoca olan ağabeyi adına korkardı. Severdi onu. İyiydi çünkü. Ağabeyliği de iyiydi. İnsanlara iyiliği anlatırdı. Sevilirdi. Ağabeyinin bir arkadaşıyla geçen şu konuşmasına tanık olduğundan beri, arkadaşım çok korkardı: Korkuyorum XXX, peşimde birileri var. Kardeşim gibi sanıyorlar, vuracaklar beni.
Bir gece yine silah sesi duyduk. Bir kaç atış. Önce kanıksadığımız seslerden biri saydık, bitmesine kadar kafamızı pencereden dışarıya çıkarmadık. Sesler bitti. Sessizlik oldu ve kulakları yırtan çığlıklar koptu. Vurulmuştu birileri; evin sonundaki sokakta. Yanına vardık. Hocaydı. İki kez arkadan ve bir kez önden, kafasından! Kanlar içinde yerde yatıyordu. Çocukları etrafına toplandı, isyanlar, çığlıklar, baba sesleri birbirine karıştı. Kalabalıktan birileri -Kahrolsun Kontrgerilla!- diye bağırıyordu. İlk kez bu sözcüğü duyuyordum. Belli ki tehlikeli bir sözcüktü zira bağıran polis otosuna alınıyordu.
Vurulmuştu Hoca. Vurulmuştu iyiliği anlatan Hoca. Ve ben kalakalmıştım. Arkadaşım ordaydı. Orada tek başına, öylece duruyordu. Çocuktum. Teselli etmeye dahi korktum, uzakta durdum. Hem etrafta polisler vardı. Korkmuştum.
Gittiler ertesi gün. Kalanlar yaşasın diye terk ettiler yıllardır yaşadıkları yerleri. Arkadaşımdan bir daha haber alamadım.
Büyüdüm. Üniversiteye başladım. İstanbul’da, olaylardan kısmen uzaktaydım. Ancak her eve gidişimde çocukluğumdaki o korkuyu duyumsardım. OHAL vardı. Yılda en fazla bir kez otobüsle eve giderdim. Malatya’dan itibaren çirkin bir değişim başlardı. Zira oradan sonra askeri rejimle yürütülen bir ülkeye adım atmış olurdunuz. Asker yarım saatte bir otobüsü durdurup arama yapardı. Nefret ettiğim bu uzun yolculuk böylece daha da uzardı. Korkardım her seferinde. Zira olur da bilmeden sakıncalı bir şey taşırım diye. Kitaplarım mesela, gerçi hiçbiri siyasi sayılmazdı ama korkardım! Zira neden alıkonduğunuzu anlamazdınız. Bavullarımız, ulu orta yerde, caddelerde, iç çamaşırlarımıza dek aranırdı. Bir de gelin tespit edin derlerdi o halde, utanırdım! Kimliklerimiz zanlı gibi toplanır ve gerekli incelemeler yapıldıktan sonra geri dağıtılırdı. O zamanlar bana nispeten iyi davranırlardı zira batılı(!) gibi duruyordum. Renkli gözlü, beyaz tenli, biraz da kılık kıyafeti düzenli. Böylece tehlikeli ve aşağılık Doğululardan(!) ayrılıyordum. Hasılı; 11 Eylül’den sonra Müslümanların ve Türklerin ABD’ye girişlerindeki gibi hakarete maruz kalırdık. Ve bunca tedbire rağmen terör vardı. Ölenler hep vardı.
Yurtta kalıyordum o zamanlar. Eve gitmeye korkardım. Tatillerde, bayramlarda bu sebepten çokça yurtta bir başıma kaldım. Uçağa binmek o zamanlar lükstü. Gene de bu perişanlığı çekmeyeyim diye bizimkiler bana arada uçak bileti alırdı. İstanbul’dan giderken her türlü detaylı kontrolden geçerdik. Kimliklerimize uzun uzun bakılırdı. İstanbul’a gelirken ise rahattık. Kimliklerimize dahi bakılmadan kolayca yola koyulurduk.
Ve bunca tedbire rağmen terör vardı. Ölenler hep vardı.
Aradan yıllar geçti. Bir düğüne gittim memlekette. Kürt olmayan, kürt meselesi nedir diye bir gün dahi kafa yormayan, en masum, en basit insanların bile PKK’nın zafer işaretini yaptığını gördüğümde son noktayı koydum: Cehalet! Cehaletle toplumu istediğiniz şekle sokmak çok kolaydı! Yapılan işareti sürü psikolojisi ile yapıyorlardı belki, belki moda bir duruş sergiliyorlardı ama kitleler böyle böyle şekil alıyordu. Düşünüyordum; Bir alimimizin yıllar önce yaptığı ikaz, keşke dikkate alınsaydı: “Doğuya üniversite inşa ediniz. Halkın cahil kalmasına fırsat vermeyiniz!” Geç kalmıştık!
Aradan çok uzun yıllar geçti. Doğu ile bağlantım giderek kesildi. Ancak tanıdıklarımdan duyduklarım beni dehşete düşürmeye yetti. Küçümsemiştim ben bu olguyu. Oysa o kör cehalet başa büyük bela olmuştu. Bir de ihmallar ve ilgisizlik. O cahil halkın zihninde isteyen istediği gibi fink atıyordu ve maalesef bedeli çok ağır oluyordu.  Ümidini kaybetmiş gençler, hatta Kürt olmayan tanıdıklarımdan dahi birileri, ergen psikolojisi ile aileye inat diye, sözde ders vermek niyetiyle dağa kaçıyordu. Kurtuluş diye belki de. Ve analar perişan oluyordu. Anası peşinden dağa gidiyor, oğlunu, kızını istiyor ama geri almak mümkün olmuyordu. Ve o çocuk, eli annesinin elinde, gözleri yaşlı, pişman, ağlayarak annesiyle tek bir gece geçirebiliyordu. Sonra anne ondan bir daha haber alamıyordu.
Ve sonra o gençler robotlaşıyor, robotlaştırılıyordu. Kaybedecek birşeyi olmayan her insan gibi dehşet saçıyordu. Birkaç aylık gencecik bir askerin canına kıyıyordu, hem de gözünü kırpmadan. Düşünmüyordu; bu asker benimdir diyemiyordu. Belki kardeşini vuruyordu. Gecenin kör karanlığında, derme çatma bir karakolda, belki sevdiceğini, belki annesini düşünen gencecik, tazecik bir askeri vuruyordu. Ve biz de rakamları okuyorduk. 1 hah neyse, 3 ay, 9 hiiii, 24 ah yandım diyorduk. Oysa o elinden yaşamı alınan bir can bile onca kıymetli değil midir? Anası için, babası için, karısı, yavrusu için, o kayıp her türlü kıyamettir.
Şimdi OHAL yok. Aşağılık biri gibi, bambaşka bir memlekete gider gibi gitmiyorum büyüdüğüm yerlere. Korku yok! Kürtçe yasaklar yok! Hatta bilakis Kürtçe eğitim veren üniversiteler var. Halkın çoğu mağdur değil. Devletin yaptığı büyük yardımlar var. Okul yardımları, sosyal yardımlar, çocuk yardımları, sağlık yardımları… Değişen çok şey var, genişleyen haklar var. Ancak zihinler kilitli. Zihinler mühürlü. Kolay vazgeçirilmiyor bir cahilin zihnindeki yerleşik karanlık. Ve kolay peşkeş çekiliyor kilitli zihinlerin tümü istenilen yöne.
Ancak Ümitvarım! Uyanacak o analar! Ve o analar -Benim adıma ölme de, öldürme de!- diyecekler.Nitekim kızını katleden gözü dönmüşlere, Benim kızımın kanı üstüne kurulan devleti neyleyim, ben böyle iyiyim, diyen sesler duyulmaya başladı. Yakındır! İşte o zaman karşısında sağduyulu muhatap bulanlarla susacak silahlar. Ve terör ancak böyle ortadan kalkacak! Yoksa -vuralım, asalım, keselim-le 30 yıldır dinmedi akan kanlar.
Hem bir askerin yaşaması, bin müzakereye yeğ değil midir? Bir cana bin müzakere feda olsun bence. Bırakalım övünmeyi, tepeden bakmayı da bir can nasıl kurtulur ona bakalım. Üstelik vursunlar dediklerimiz biz değilken, gene fakir fukara, gariban erler öne sürülüyorken… Hayır benim refahım için ölmesin erler! Ölmesinler!

Hiç yorum yok: