21 Eylül 2011 Çarşamba

Bir Varmış, Bir Yokmuş!



İlter, Nisan’dan beridir, 4 haftada bir ancak evde oluyor. Yıl sonuna kadar ise, nerdeyse o bir hafta bile mümkün görünmüyor. Gitme bahsi açıldığında böğrüme bir hançer saplanıyor sanki. Göğsüm sıkışıyor, aklımı oynatacak kadar yüreğim daralıyor. İtiraf etmeliyim; aşktan, sevdadan değil bu kasvet, bu sıkıntı; tek başına çocukları, evi, kendimi idare etmeyi göze alamıyorum. Yalnız başınalık gözümde büyüyor; düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor ve çok korkuyorum.
Kendime daima şunu hatırlatıyorum; ‘Sende hiç olmazsa ümit var, arada da olsa bir gelecek var, ya kocasız çocuk büyütenler n’etsin. Gözünde büyütme durumunu!’ diyorum. Kendimi kendime acımaktan men ediyorum! Zira ben kendine acıma illetinden çok korkuyorum. Bu kendine acımalar esnasında, kişinin aciz bir zihniyete büründüğünü, başına gelen her olumsuzluğu başkalarından bildiğini ve asla kendini düzeltme yoluna girmediğini düşünür dururum. İnsanın etrafındaki cümle mahlukata acımasının gayet faydalı ama tek kendine acımasının pek zararlı bir düşünce biçimi olduğunu savunurum. Bu yüzden fazlaca takıntılıyım acıma mevzusuna. Lakin, bence bu işin de suyunu çıkardım. Kendime acımayacağım diye, kendime zulmediyorum korkarım.
Hep başkaları ile; bilhassa benden daha zor durumda olan annelerle kıyas yapıyorum; sözümona bu yolla çok erdemli davranıyor, kendimi terbiye ediyorum. Oysa şunu unutuyorum; herkesin yükü fıtratı ölçüsünde! Ve muhtemeldir ki; merhamet ve dirayetten oluşan dış kabuğumun içine sıkışmış, bu deli fıtratımla diğerleri gibi usulca, uysallıkla ve kolayca yola devam edemiyorum. Boyuna çatırdayan yerlerden fışkıran azgın deliliğimi ya görmezden geliyorum ya da ayağımla ezerek geçiştirdiğimi sanıyorum. Yanılıyorum! Başedemiyorum!
Zorlanıyorum, çok zorlanıyorum. İlter’in her gitme bahsi açıldığında, gelişi ile kapanan tüm egzamalarım çatır çatır çatırdamaya ve derim kurumuş topraklar gibi ayrılmaya başlıyor. Abartı değil bu dediklerim asla. Vücut alarm zillerini çalıyor ama en evvela ben takmadığımdan kimseler de takmıyor. Zaten kimseden kastım İlter’den başkası da olamıyor. Kaldı ki, ağrı eşiğim, acı eşiğim çok yüksektir benim. Merhamet dilenmeyi bilmem, yardım isteyemem, son nokta nedir kestiremem. Sadece İlahi Gücün, beni bu durumdan çekip çıkaracağına inancım var. Ve sanki bir zamanı var, onu beklemekteyim, beklemeliyim. Ki devam edebileyim!
İlter gideli 3 gün oldu. Kendimi motive etmiştim. Yokluğundan istifade edecek, diyeti hızlandıracak, düzenli yürüyüşler yapacaktım. Yaptım da. İlter’in gelişi ile kaçınılmaz olarak geri gelen kilolar, gidişi ile bir nebze hafifletildi. Her sabah, Selimiye-Üsküdar-Salacak-Harem-Selimiye arasında Ring seferleri halinde düzenli yürüyüşler yapıldı. Hem de Kerim’in muarızlarına rağmen. Herşey pek iyi, pek güzeldi. Ta ki bugün akşama dek. Bugün akşam herşey tarafımdan alabora edildi. Şöyle ki;
Akşama doğru birden işkillendim. Yahu, bugün bizim evlilik yıldönümümüz olabilir miydi? Bilenler bilir, yıldönümleri, doğum günleri, her türlü özel gün bende pek bir mana barındırmaz. Sanki zorakiymiş gibi hissederim. Sanki bende, bizde birkaç beden büyük duruyormuş gibi es geçerim. Ya da öyle zannederim. Gittim evlilik cüzdanına baktım; ve evet, bingo! Bugün o gündü! İlter’i aradım. Ararken dopdoluydu içim, nerdeyse ağlayacaktım ama yapamadım. Sıradan bir iki kelam edip kapattım. Sonra ne ara elime aldım bilinmez, kendimi bir tomar dondurmayı kaşıklarken buldum. İsteksizce ama saldırganca yiyordum. Öyle ki Selim’e fazla yememesi için kızıyordum. Sonra birkaç çirkin şey daha yedim. Bir önceki yeme krizinden daha az ama çok daha şuursuz idim. Sanki bu yolla kendimi cezalandırıyordum. İçimde ne oluyor bilmiyordum ama bir şekilde canıma okumaya çalışıyordum. 
Kendimden bi’haber haller içindeydim. Yeme atakları sırasında çocuklara öfkeliydim. Sonra birden gevşedim. Sanki kaslarım dahi gevşedi. Öyle ki yürümeye korkuyordum. Buna rağmen çocukları eğledim, aktif oyunlar içine girdim; kovalamaca, yakalamaca gibi. Uyku vakti yaklaşırken sabırla ve şefkatle ikisini de yıkadım, ak pak eyledim. Her akşam kaçınır olduğum hikayelerden üçer beşer okudum, yetmedi bir de üstüne bir parça Küçük Prens ekledim. Kokladım, öptüm ikisini de, dualar okuyup Allah’a emanet ettim.
Huzur içinde bilgisayar başına geçtim lakin esasında hiç de huzurlu değildim. İçim fokur fokur kaynayan bir kazandı sanki. Önce bir arkadaştan gelen maille ağlamaya başladım. Zira -baba- mevzusu açılmıştı. Ardından şu haber ile içimde kaynayan kazanın suyu, alev alev gözlerimden taştı ve canım çok yandı. Sam Mendes’in yönettiği, Kevin Spacey’in oynadığı III.Richard oyunu ek gösterime girmişti. Tamam biletleri bir saatte tükenmişti ama dert o değildi ki. Ne zaman herşeye uzaktan bakmayı ve herşeyin dışında kalmayı kolaylıkla kabullenir oldum, diye içlendim. Zaten Bienal’de vardı, duyuyordum ama kulak arkası ediyordum. Sanki, güya, sözde aldırmıyordum. Ama içim aldırmıştı ve çok içleniyordu. Ne film, ne müzik festivalleri, ne Buika, ne gelemeyen ve kaybettiğimiz Amy, ne ansızın giden Teoman, ne de başka biri hiçbiri ama hiçbirine gidemedim, hepsine uzaktan bakmakla yetindim. Ve bu gece aldırmadığımı sandıklarıma, aldırdıklarıma, tümüne toptan ağladım. En çok da bu aciz, bu cılız, bu sefih, bu sefil ve sessiz kabullenişlerime ağladım.
Sonra 8 senede bir kez bile doğru dürüst kutlanmayan yıldönümümüze ağladım. Ardından İlter’e yazdım; Tamam doğum günleri daha az önemsenebilirdi, benim için hala pek önemli değildi lakin birlikte geçen 8 yıl, 2 çocuk bence kutlanmaya değerdi. Bence bu savsak zihniyeti değiştirmeli ve önemsemeliydik evliliğimizi, birbirimizi dedim. İlter de aynı fikirdeydi. Şimdi daha iyiceyim. Hatta öyle ki iyice eskilere gittim;
Yıl 2000. İşyerimdeyim, masamda şu not: Bu not sahibini beklemektedir. Şayet sahibi olduğundan şüphe ediyorsanız emin olun O siz değilsinizdir.  Ve şarkımızın sözleri.  Yo, öyle romantik bir parça değildi tam aksine deliceydi. Şöyle ki;


—————————————————————————————————————————————————————————–
Bir Varmış Bir yokmuş’a gelince; geçenlerde Kerim’le arabadan indik. İlter park yeri bulmak için uzaklaştı. Kerim bir iki adım attı ki, birden durdu. Koca gözleri daha da açılmış halde döndü bana doğru; -Ah! dedi etrafını araştırarak;-Baba?! Kac-ti! (kaçtı). Sanırım son günlerdeki halimizi en iyi bu sözcükler ifade etti:)
Bunlar da ilginizi çekebilir:

Hiç yorum yok: